Alın Yazan Zihin - Ali Özgül


Alın Yazan Zihin - Ali Özgül

Giriş

Bazen insanların bazı şeyleri direkt olarak neden söylemediği üzerine düşününce, aslında bazı şeylerin ancak ve ancak söylemeye çalışılarak ortaya konulabileceğinin sonucuna varıyorum. Öyle ya, günümüze kadar gelmiş onca düşünür ya da onca söylem hep bir ima barındırmakla birlikte, ancak üzerine düşünüldükçe ve bir bütün olarak değerlendirildikçe kendisini açığa çıkarmaktadır. Bu sebeple bazı şeyler için çok spesifik sorular sorulduğunda, belki de direkt olarak, cevaben, sorunun kaynağı işaret edilmelidir. Yani bir şeyi anlatmak için dahi basite indirgememek, çok daha az yanılmamıza sebebiyet verecektir. Hatta bir keresinde bir arkadaşım, hocamıza, bir konudan kısaca bahsetmesi için ricada bulunmuş, hocamız ise yalnızca bir kavramı açıklamak için en az üç saatlik bir ders yapmamız gerektiğini söylemişti. Bu örnekten hareketle, aslında bazı kavramlar ya da bazı söylemler kısaca aktarılabilecek bir cevaba sahip değildir, demek mümkündür. Hatta bazen bazı soruların cevabı bir kitap, bazen bazı soruların cevabı bir hayattır. 

Buradan hareketle, “ben” dediğimiz kavramın da cevaben neden kolay bir şekilde ortaya konulamadığını anlayabiliyoruz. Açıklamalarımız genelde analojiler ya da metaforlar barındırmak durumunda kalıyor. Söylemin ya da kavramın belirsizliği, ona ithafen ortaya konulmak istenilen iddia için malzeme skalasını da belirsiz kılıyor. Bu malzeme bazen çok hayali, bazen de çok mekanik olabiliyor. Ama geldiğimiz noktada ikisi için de malzeme yetersizliğinin bir sonucudur, demek mümkündür. Çünkü “ben” dediğimiz şeyin tam olarak ne olduğuna yönelik bir açıklamaya sahip değiliz. Bu sebeple insan bir robot da değildir, hayaletimsi bir varlığa da sahip değildir. 

Monist ve Düalist Yaklaşımlar

Biraz açıklamaya çalışacak olursak, insan tarih boyunca kendisine atfettiği üst kavramları bir noktada zorunlu olarak ortaya koymuş gibi durmaktadır. Biyolojik süreçlerin dışında bir var oluşun belirsizliği, aslında onda bir endişeyle beraber yenilikleri de beraberinde getirmiştir. Diğer canlılardansa öleceğini bilen bu form, kendisine iyi ya da kötü ama kaybolmayacak bir “ben” var etmiştir. Ancak günümüze gelindiğinde, yapılan araştırmaların ya da açıklamaların, aslında ortaya konan bu ben kavramının tekrar üzerine düşünülmesi gerektiği yönünde bir izlenim oluşmaktadır.

İndirgemeci materyalizm/fizikalizm adı altında yapılan çalışmalar, belki de açıklık getirilmesi çok güç noktalarda, çok daha kolay cevaplar verebilmektedir. Evrimci psikoloji açısından bir bebeğin doğduğu anda varlığını devam ettirme kaynağının emmek olduğu bilmesi aslında çok net bir şekilde açıklanabilecek bir davranıştır. Hatta benim için çok daha ilginci kanguru doğumlarıdır. Kangurular çok fazla gelişmemiş bir yavru dünyaya getirirler ve bu doğum olduğu anda, bir kanguru boyutuna göre gerçekten çok küçük olan yavru kanguru, annenin kesesine tırmanması gerektiğini bilmektedir. Bu gibi örnekler uzaktan seyir halinde olanlar için mucizevî bir düzlemde açıklanılmaya çalışılsa da, evrimci psikologlar için çok anlaşılır ve mantıklı süreçlerdir; doğal seçilim bunu o canlıların DNA’sına kazımıştır. Bu açıklama, var olan pek çok boşluk için iyi bir cevap getirebilir; tabii bazı şeyleri kabul etmekte zorluk çekmiyorsak başka. Çünkü çoğu durumlarda, öncüllerimiz arasında bulunan genel kabulleri terk etmek kolay olmamaktadır. Ancak bazı durumlar bu açıklamayla da olsa bir anlam kazanmakta güçlük çekmektedir. Nihayetinde insan, diğer canlı formlarındansa bir bilinç sahibidir. Bu noktada bilincin varlığı, gelişimsel süreçte tam olarak nereye konumlandırılması gerektiği bilinen bir yapıda değildir. En az diğer canlılar kadar bu biyolojik sistemin bir parçası iken iddia ettiğimiz “benimiz”, bizi bu sistemin dışına çıkmaya ve hatta çoğu durumlarda tanrısal noktalarda pay sahibi olduğumuza inanmaya itmektedir. O zaman sorulması gereken soru, “Biz yalnızca sinirsel bir işletim sistemine mi sahibiz, yoksa bu işletim sisteminin dışında “ben” dediğimiz hayaletimsi bir varlığa da mı sahibiz?” şeklinde olacaktır.

Nörobiyoloji tam da bu sorular çerçevesinde çok çarpıcı araştırmalar ortaya koymuştur. Zihinsel ve bedensel iletişimin, algılamak ile uyarılmak arasındaki farkını incelemektedir. “Kualia ve Renkler” üzerine yapılan çalışmalardan hareketle, aslında bir renge bakarken aynı dalga boylarının uyarılmasına maruz kalmamıza rağmen, doğuştan itibaren birimizin kırmızı dediğine diğerinin mavi deyip demediğini test etmemiz imkânsızdır (1). Ancak bir rengin ilk kez görülmesi ile ortaya nasıl bir etkinin çıkacağı sorusu, burada altı çizilmesi gereken önemli bir noktadır. Daha anlaşılır şekliyle “Marry’nin Odası Deneyi” siyah ve beyaz renklerinin dışında hiçbir rengi görmemiş ama bütün renklerin nasıl oluştuğunu okumuş bir nöroloğun, belli bir zaman sonra, kırmızı bir nesneyi görmesiyle beraber oluşacak etkiye verilebilecek muhtemel cevapları tasarlamak üzerine ortaya koyulmuştur (2). Ben dediğimiz şey yalnızca nörobiyoljinin söylediği gibi sinirlerden oluşmuş bir işletim sistemiyse, o zaman kırmızı nesneyi görmek, her rengin nasıl oluştuğunu bilen Marry için yeni bir deneyim değildir. Bu, tür özdeşliği fizikalizmi üzerinden verilmiş cevap, zihni yalnızca fiziksel süreçler olarak kabul ediyor, yani zihnin ve beyinsel süreçlerin özdeş olduğunu iddia ediyor ve düalist açıklamalarda getirilecek öznel bir yorum fikrini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordur. Aslında “Dalgaların fiziksel tüm özelliklerini tamamıyla ölçebiliriz; ancak birbirimizin beynine girip de, o dalga boyunu tam olarak nasıl algıladığımızı şimdilik tam olarak bilmemizin herhangi bir yolu yoktur” (3). Bu sebeple düalist yorumcular için o kırmızı nesneyi ilk defa görmek, kırmızının ne demek olduğunu bilmek ile aynı şey değildir. 

Bu ve bunun gibi örneklerle, insanın bu ikilem içinde kalmışlığına bir açıklama getirilmeye çalışılmıştır. “Turing Testi” de insanın bilişsel sürecinin yalnızca uyarılmalardan ibaret bir düzlemde olduğunu ortaya koymak için yapay zekânın kullanımıyla beraber ölçülmesi mümkün olan bir deneyi amaçlamıştır (4). Deneye göre, bir yapay zekâ ve bir insana oldukça insani değerler üzerine sorular yöneltilecek ve cevabı kimin verdiğini görmeyen bir insandan da bu soruları cevaplayanlardan hangisinin yapay zeka, hangisinin insan olduğunun bilmesi istenecektir. Tamamen insani değerler üzerine hazırlanan bu sorulara cevap verenin kim olduğunun bilinememesi durumunda deney başarıya ulaştıracaktır. Bu başarı ise insanın bilişsel süreçlerinin aslında tamamen biyolojik süreçlerden ibaret olduğunu ortaya koyacak ve düalist yorumlara büyük bir şüphe getirecektir. Ancak bu deneye karşı, bir eleştiri niteliğinde ortaya atılan “Çince Odası” deneyi ise bize Turing testinin başarıya ulaşmasının aslında bir cevap niteliğinde olmadığını göstermiştir (5). Öyle ki, Çince bilen bir ara yüz yapılmış olsa ve hatta bu ara yüz Turing testini geçebilecek seviyede bile olsa, yalnızca girdi ve çıktılarla iş görecektir. Yani bir insan gibi ona sorulan soruyu anlayıp da cevaplayamayacaktır. O sadece belli girdilere ithafen verilmesi muhtemel olarak programlanmış çıktılar ortaya koyacaktır. Wittgeinstein’ın “Papağının konuşması ile benim konuşmam arasında fark var.” dediği nokta burasıdır. Yani o bilgisayar, anlama kapasitesinden eksik olacaktır. Bu noktada Turing testi başarılı olsa da, bir insan bilincinin yalnızca girdiler ve çıktılarla iş görmediği açık bir şekilde ortaya konmuştur. Bu mekanik sistem fikrine çok uzak olmasa da Ryle’ın kategori hatası olarak tasvir ettiği üniversite örneği de, anlatmak istediğimiz nokta için önemli bir detaydır. Bir üniversite öğrencisinin, arkadaşına, “Burası revir, burası derslik, burası yemekhane, burası rektörlük.” diye üniversitesini tanıtmasının ardından, arkadaşının “Ee, hani üniversite nerede?” diye karşılık vermesi, aslında bir kategori hatası yaptığını göstermektedir. Buradan hareketle; bedenden ayrı, hayaletimsi bir ben olduğunun iddia edilmesi de bu örnek gibi bir kategori hatasıdır.

Aslında bu gerçekten güçlü bir örnektir. İnsan, yukarıda söylediğimiz gibi biyolojik olarak aynı diğer canlılar gibi bir zorunluluğun içerinde var olur. Söz konusu insan, yemek, içmek, uyumak zorundandır. Ayrıca toplumsal bir hayvan olması sebebiyle türdeşleriyle etkileşim içerisinde olması da bir noktada zorunluluk barındırmaktadır. Ancak bu zorunlulukların bilincinde olarak yapmamayı “tercih etme” gibi bir durum da insan için söz konusudur. Tercihte bulunmak, belki de insanın kendisini bir “ben” olarak nitelendirebilmesindeki yegâne faktördür. Çünkü hayatımızın her anında bazı şeyler için bir tercihte bulunduğumuzu iddia etmekteyizdir. “Libet Deneyi” bu irade dediğimiz şeyin hangi etkide iş görebildiğini incelemiş ve çok tatmin edici cevaplar ortaya koymuştur (6). Deneye göre de insan, bir tek beyin merkezli bir sistem değildir. Bilinç dışı denilen noktada faaliyetler zorunlu olarak gerçekleşmektedir. Bunun farkında olmak, birinci tekil şahsın anlatımıyla, dilde zorunlu olarak “benin” var olmasına sebep olmaktadır. Buradan hareketle aslında insan, zihin ve beden bütünlüğüyle kompleks bir yapıdır. Yalnızca beynin içinde olduğu iddia edilen bilinçli bir ben ile açıklık kazanacak bir şey değildir. Deneyin bir diğer önemli noktası ise veto etme hakkıdır. Aslında bu, bizim zorunlulukta var olduğumuz gerçeğini bir noktada esnetebilen bir açıklamadır. İsteklerinde bile özgür olamayan bir canlı formu, bu istekleri yerine getirmemeyi gerçekleştirebilme ihtimalini kendinde barındırmaktadır. Yani bir zorunluluğu veto edebilmektedir. Bunu yapabilmek ise insani değerlerin oluşmasına sebebiyet vermiş ve iyi ya da kötü bir medeniyet ortaya çıkmıştır. Çünkü insan “ahlaklı olabilen” bir canlı formu olduğunu iddia etmekle, aslında diğer canlılardan farklı olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır.

Şüpheler Üzerine

Bu muğlâk bilinç tartışmalarından hareketle, aslında ortada henüz idrak edilmemiş bir iddia olduğu açıktır. Hatta bazı düşünürlere göre “bilinç, beynin bilinçsiz süreçlerinin var ettiği bir öznedir” (7). Bir şeyi hatırlarken zihindeki faaliyetleri değil, direkt olarak hatırlamak istediğimiz şeyi bildiğimiz gibi, bilinç de bu bilinçsiz süreçlerin bir ürünüdür. Bu muğlâk tartışmaların nihai sebebi ise herkesin de bildiği üzere Descartes’tır. Benliği bir töz olarak algılama fikri aslında onun da içinde bulunduğu düşünsel alt yapıda, getirilmesi muhtemel bir açıklamadır. Çünkü insan çok daha eski zamanlardan bu güne, kendisini bir töz durumunda ifade etmiştir. Ancak günümüze gelindiğinde bu açıklamanın gerçekle çok da bağdaşmadığı yavaş yavaş da olsa ortaya çıkmaktadır. Hatta günümüze gelmeden de Descartes’ın rüyada olsa bile yanılmasının mümkün olmadığı bir benliğe sahip olacağını iddia etmesinin aksini söyleyenler olmuştur. Gazali şüpheciliğini okurken, aslında Descartes’tan hareketle, rüyada bile yanılması mümkün olmayan temel öğretilerden bile şüphe edilebileceğinin altını bir kez daha çizmek gerekmektedir. Ona göre nasıl ki uykuda olmadığımız bir düzlemi yalnızca bir uyku argümanıyla şüpheli gördüysek, uykuda olduğumuzda da temel öğretilerin yerine başka bir şeyin konulması ihtimalinden şüphe edilebilecektir. Öyle ki, eğer bu düzlem bir yanılsama ise, bu yanılsamanın sebebinin aslında iki artı ikinin dört ettiği konusunda da bizi yanıltmış olması çok muhtemel bir şüphedir. Nihayetinde Descartes için varlığı şüphe barındırmaması dolayısıyla benliği töz durumundadır. Buradan hareketle, eğer ki varlığımızın özüne bir şüpheyle yaklaşacak ve Descartes gibi yanıltmayacak yegâne kaynak olarak töz durumunda bir ben olduğunu iddia edeceksek, bir noktada Gazali’nin söyledikleriyle bunun da bir yanılsama olduğunu kabul etmek gerekecektir. O zaman beynin yalnızca bir merkezinde var olan töz durumundaki benin varlığı tartışmasında, benin kategorik bir hata olduğunu kabul etmek ve indirgemeci materyalist yorumların öneminin altını çizmek çok daha faydalı olacaktır. Bu, belki de hızla değişmesi gereken yaklaşımın, temel insani hataları da beraberinde getirdiğini düşünmemek kaçınılmazdır. Bu hatalara da tekrar tekrar düşmemek adına, töz durumunda, bedenin dışında da var olabilecek benlik tasvirinden mümkün olduğunca kaçınmak, nihayetinde insanın en mütevazı kabulü olacaktır. 

Yalnızca Beyin Değil

Bu kabul çerçevesinde ortaya konmuş öğretiler de mevcuttur. “Modüler akıl” üzerine yapılan çalışmalar, beyin merkezli bir bilinç algısını, aslında doğal seçilimin fayda üzerine kurulu olması ile açıklamaktadırlar (8). Canlı form bir bütün olarak birçok modülden, yani radar aracı gibi düşünülebilecek parçalardan oluşmaktadır. Bu modüller, bilinç dışı denilen düzlemde birçok işi yerine getirmekle birlikte forma, ben hissiyatını da vermektedirler. Aslında bu ben hissiyatı, formun basın sözcüsü durumundadır. Bu sebeple Makyavelci basın sözcüsü olarak adlandırılmaktadır. Bu da tamamen yarar üzere kurulu bir sistem olduğunu göstermek için uygun bir tasvirdir. Ancak buraya getirilmesi muhtemel bir eleştiri olarak, bu fayda üzerine kurulu sisteminin içinde, kendisiyle ilgili problemleri olduğu için yalnızlık çeken insanlarda, yani kendisiyle barışamayan ya da bedeniyle uyuşamayan insanlarda faydanın nerede aranacağı sorusu olacaktır. Bu haklı bir eleştiridir; ancak evrimci modüler akıl için açıklaması kolay bir noktadır. Eğer yalnızlık, kişinin kendisini rahatsızlık duysa da daha fazla bir “ben” olarak hissetmesine sebep oluyorsa, Makyavelci sistemin, yalnızlığı, basın sözcüsünün kendisini bir ben olarak hissetmesi adına daha fazla kullandığını söylemek de gayet mümkün olacaktır.

Yine bu kabul çerçevesinde, Spinoza için de zihin ve beden arasında bir ayrım yapmak bir noktada mümkün değildir. Onun için zihin fikrinin nesnesi bedendir. Yani beyin merkezli bir zihin değil, beden merkezli bir zihin tasviri yapılmıştır. Hatta Descartes’a yönelttiği eleştirilerinden birinde, zihin ve beden bütünlüğünden ne anladığını merak ettiğini bildirdikten sonra, “maddenin en küçük parçasına bile sinmiş olan düşünce hakkında ne türden açık ve seçik bir bilgisi var?” diyerek, zihnin panpisişist bir monizm içerisindeki varlığını vurgulamıştır (9).

Sonuç Olarak

İnsanın mutlak bir yok oluşu kabullenmekte güçlük çekmesiyle beraber, zihin-beden ikiliğinin ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Ancak fantastik bir şekilde tasarladığımız “benin” tam olarak ne olduğunu sorguladığımız zaman, aslında beynin yönetim merkezinde bedeni kontrol eden bir yapı olarak karşımıza çıkmadığı açıktır. Bu sebeple ben dediğimiz kavramı, yani zihni, bedenden ayrı bir şekilde düşünmek mümkün değildir. Ancak buradan hareketle, zihni yalnızca bedenden ibaret de düşünemediğimiz açıktır. Bu sebeple bir insanın konuşmasıyla bir papağanın konuşması arasında fark vardır. Geldiğimiz noktada zihin-beden ikiliğinin, her iki farklı görüşün de ortaya koyduğu gibi olmadığı kesindir. Bu belirsizlik, bir noktada eksik tanımlamaların içinde olduğumuzun bilincinde olmamızı sağlasa da, daha çok, belli kabullerin tekrar sorgulanması için büyük bir sebep olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani ortada idrak edilmemiş bir kabulü tekrar sorgulamaya ve bizi belki de gerçekten idrak etmeye götürecek yol mevcuttur. Bilimsel çalışmaların ışığında, getirilmesi muhtemel cevaplardan hareketle bir yol izlemek, hiç şüphesiz ki hayaletimsi bir ben kabulünden çok daha makul bir kabul olacaktır. Evet, zihin bu şekliyle de tam olarak bir açıklık kazanmış değildir. Ancak diğer türlü, bu belirsizliğin içerisinde, cevaplarımızı sürekli olarak öterlerde aramaya çalışmak, bir noktada Nietzche’nin tabiriyle alın yazmaktan başka bir şey değildir.

Notlar

(1) https://evrimagaci.org/kualia-ve-renkler-herkes-renkleri-ayni-mi-gorur-3755

(2) https://www.matematiksel.org/bir-dusunce-deneyi-marynin-odasi/

(3) https://evrimagaci.org/kualia-ve-renkler-herkes-renkleri-ayni-mi-gorur-3755

(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Turing_testi

(5) https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87ince_odas%C4%B1

(6) http://psikolezyum.com/libet-deneyi/

(7) https://onculanalitikfelsefe.com/bilinc-bilincsiz-beynimizin-bir-urunu-mu-peter-halligan-ve-david-a-oakley/

(8) İleri okuma için Robert Kurzban’ın Neden (Sizden Başka) Herkes İki Yüzlüdür & Evrim ve Modüler Akıl eserine bakılabilir.

(9) İleri okuma için Spinoza’nın Ethica eserine bakılabilir.


Yazar: Ali Özgül

Ali Özgül Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü lisans öğrencisidir.

İletişim Adresi: ali-ozgul@outlook.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neoliberalizmin Palyatifliği - Koray Saatçı

Francis Bacon - Cem Kamözüt

Bir Felsefe Yazısı (Bu da dahil) Nasıl Okunur? Nasıl Planlanır? Nasıl Yazılır? - Jeff McLaughlin

Ciddi Teoriler ve Şüpheci Teoriler: Muhtemelen Neden Kavanozdaki Bir Beyin Değilsiniz? - Michael Huemer

İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - M. Yavuz İnan