Anlatıya Fırlatılmışlık - Efe Can Akdeniz
Anlatıya Fırlatılmışlık - Efe Can Akdeniz
İnsan hikayeler anlatan bir hayvandır (Chul Han, 2025: 55). Ben bu yazıda hikaye yerine “anlatı”yı kullanacağım. Dolayısıyla; “İnsan, anlatıyla var olan bir hayvandır” diyeceğim. Anlatı, yaşamın amacını doğuştan belirleyen en temel unsurlardan biridir. Çünkü yaşanacaklardan habersiz olan insan, Heidegger’in deyişiyle kendini “dünyaya fırlatılmış” bir halde bulur. Buna göre insan var oluşun şartlarına dair bir tercih lüksünde değildir; aksine, kendini var oluşun içinde bulur. Burada bir Heidegger okuması yapmayacağım, ancak onun “dünyaya fırlatılmışlık” düşüncesinden hareket edeceğimizi belirtmem gerekir: “Anlatıya fırlatılmışlık!”
“ ‘Gerçek’ tarih, olayı, biricikliği ve keskinliği içinde ortaya çıkarır. Olay: Bundan anlaşılması gereken şey bir karar, bir anlaşma, bir saltanat ya da bir muharebe değil, tersine dönen bir güç ilişkisi, el konulan bir iktidar [vurgu bana aittir], ele geçirilen ve kullanıcılara karşı çevrilen bir sözcük dağarı, zayıflayan, gevşeyen, kendi kendini zehirleyen bir tahakküm, bir diğer tahakkümün kendini maskeleyerek ortaya çıkışıdır.”
— Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, “Nietzsche, Soybilim, Tarih”, Ayrıntı Yay., s. 246. (Çev. Işık Ergüden)
***
“Anlatı”, “biz” ve “iktidar” kavramları üzerine genel bir giriş yapmış olduk. Şimdi ise Byung Chul Han’ın Tefekkür Yaşamı adlı eserinde “anlatı” üzerine öne sürdüğü ifadeleri ele alıp tartışalım.
“İnsan hikayeler anlatan bir hayvandır. Ancak yaşamlarımız bize anlam ve yönelim kazandıracak bağlayıcı bir anlatı tarafından belirlenmiyor. Çok iyi bilgilendirilmişiz, ancak bir anlatının yokluğu nedeniyle yönümüzü şaşırmış durumdayız.” [1]
Chul Han’ın ilk cümlesine katıldığımı söylemek isterim. İnsan, “politik” bir hayvan olmasının yanı sıra “hikayeler” anlatan bir hayvandır. Öte yandan, zaten politik ve hikaye sözcüklerinin birbirinden bağımsız ele alınması mümkün değildir. İkisi de birbirini bütünler. Hikayelerin anlatıldığı yerin kökünden politika çıkar. Politikaya ihtiyaç duyulduğu durumda hikayeler anlatılır. Devletin “tek” olmasını sağlayan şey hikayelerdir. Hikayeler temelde iki şeye dayanır: Din ve milliyet.
Dünya üzerinde anlatı üzerine kurulmamış tek bir devlet yoktur. Din ve milliyetin ön planda olmadığı devletlerde bizzat devletin kendisi anlatı haline gelir. Bu anlatı, toplumun her tabakasında, her mahallesinde, her kurumunda, her bireyinde olmak zorundadır. Ki öyle de olur. Dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebeğin saf tefekkür halinde oluşu ancak saniyeler sürer.[2] O andan itibaren dünyaya bakışı bir anlatı dahilinde gerçekleşir. Bu anlatıyı kırmak, onun doğal haline dönmesinin, üçüncü bir kişi olabilmesinin tek yoludur.
Böyle bir durumda nasıl “anlatının yokluğundan” söz edebiliriz? Chul Han’ın bu talihsiz yorumunu nasıl yorumlarsınız bilemem; ancak şu açık ve seçik olarak görünür ki, insan, anlatı-içinde insandır ve hep öyle var olmuştur. Anlatının olmadığı bir anı hatırlayamazsınız. Çünkü daha önce söylediğim üzere o an, saniyeler sürmüştür. Dolayısıyla insan ömrü anlatı dahilinde gerçekleşir.
“Anlatının yokluğu” ifadesi bir yana, “anlatının yokluğu nedeniyle yönümüzü şaşırmış durumdayız” önermesi daha da talihsizdir. Anlatının yönü yön müdür ki? İnsanın kendi tarafından belirlemediği bir yön ancak tutsaklığı ifade eder. Bu, insanın “dünyaya fırlatılmışlığının” bir temsilidir. Dahası, insan, “anlatıya fırlatılmıştır”.
Tutsak olan insan hayatı boyunca yanlış bir çizgide ilerler (Descartes’ın “Hayatımın ilk yıllarından itibaren birçok yanlış kanıyı doğru kabul etmiş olduğumun ve o zamandan beri bu derece güvenilmez ilkeler üzerine kurduğum her şeyin de ancak pek kuşkulu ve kesinlikten uzak olduğunun farkına bugün varıyor değilim…”[3] sözleri hatırlanabilir.) — eğer anlatıyı, kabuğunu kıramazsa. “Kabuğunu kırmak” deyimi bu sebepten ötürü önemlidir, insanı tehlikeli inançlarından arındırır. İnsan, hiç olmazsa kendi seçimini yapma hakkını elde eder.
Bütün bunlardan hareketle Chul Han’ın şu soru üzerine tefekkür etmesi gerekir: Gerçekten de bir anlatıya sahip değil miyiz?
Peki, anlatıdan nasıl arınılır?
Anlatıdan Arınmak
Anlatıdan arınmanın tam olarak net bir yolunun olduğundan emin değilim. Çünkü, insanın bazı yüklerinden arınması veya kabuğunu kırması, matematik formülleri gibi onu belirli bir izlence dahilinde kesin sonuçlara ulaştırmayı vadeden bir yol değildir. Etrafınıza baktığınızda çoğu insanın hala anlatılarla yaşadığını görürsünüz; normaldir, insanın doğal eğilimi bu yöndedir. Fakat insanı arınmaya iten, ona bu girişimi kazandıran hiçbir şey yok mudur? Sanıyorum ki vardır. Bunlardan biri “felsefe” olabilir.
Kurtul Gülenç bir sosyal medya gönderisinde şöyle yazmıştı:
“Felsefe bir seyirdir ve bu düşünsel seyir pek de mutlu etmez. Putlarınızın zamanla kumdan kalelere dönüştüğünü fark eder ve gözünüzün önünde paramparça oluşunu seyredersiniz.” [4]
Felsefenin düşünsel seyri neden mutlu etmez? Aslında Kurtul Gülenç’in bu ifadesi buraya kadar sürdürdüğümüz düşünce akışını özetler niteliktedir. İnsan, anlatıdan koptuğu anda mutsuz bir bireye dönüşür. İşte bu yüzden insan, anlatıyla var olur. Çünkü kendi konfor alanından çıkmak istemez.
Felsefe insana kendi putları dahil olmak üzere gelmiş geçmiş tüm putları tanıma fırsatı sunar. Bu düşünsel seyre bir kez girmiş olan insan, uçsuz bucaksız bir tarlada buğday tanelerini hesaplıyor gibidir. Birçok düşünce sistemi ile karşılaşılır, birçok filozofun fikirleri, onların birbirlerine yapmış oldukları itirazlar ele alınır. Bu kadar çok farklı ve akıl yürütmelere dayanan düşüncelerin içinde insanın kendi putları Gülenç’in deyimiyle “kumdan kalelere” dönüşür. Yani, insanın çok sağlam olduğunu sandığı putları temelinden sarsılır, kumdan bir kale gibi ilk rüzgarda devrilir.
Bu iyi midir? Evet, iyi bir şeydir. Her ne kadar insan konfor alanını terk ediyorsa, dayandığı temel inançları ortadan kalktıysa da artık o yüklerinden arınmış bir vaziyettedir. Yani, üçüncü bir noktaya sağlam adımlarla ayak basmıştır. Artık önemli olan fırlatıldığı anlatıyı değil, kendi hür anlatısına sahip çıkmaktır.
***
Dipnotlar
[1] Byung Chul Han, (2025), Tefekkür Yaşamı, Ketebe Yay., s. 55, çev.: Barış Tut.
[2] Alıntı Dr. Mahir Ender Keskin’e aittir.
[3] Descartes, (2024), Meditasyonlar, Birinci Meditasyon, BilgeSu Yay., s. 17, çev.: İsmet Birkan.
[4] https://x.com/kurtul_gulenc/status/1682753738124013570
***
Yazar: Efe Can Akdeniz
Efe Can Akdeniz, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe bölümü lisans öğrencisidir.
İletişim: efecannakdeniz@gmail.com
Not 1: Tarih ve Siyaset arasında ne tür bir ilişki vardır? Tarihçiler siyasi aktörler midir? Tarih neleri yazar ve sonuçları ne olur? Gibi sorular üzerine düşünmek isterseniz, Öncül Analitik Felsefe Dergisi’nde yayımlanan “Tarih Neden Her Zaman Politiktir?” başlıklı çevirimi okuyabilirsiniz:
https://onculanalitikfelsefe.com/tarih-neden-her-zaman-politiktir-rosario-lopez/
Not 2: Bu yazı ilk kez Efe Can Akdeniz'in blogunda yayımlanmıştır:
https://efecannakdeniz.medium.com/anlat%C4%B1ya-f%C4%B1rlat%C4%B1lm%C4%B1%C5%9Fl%C4%B1k-a568b3ba1ba8
.jpg)
Yorumlar
Yorum Gönder