Kierkegaard Eserlerinde Varoluş İzleri - Sibel Güneş

 


Kierkegaard Eserlerinde Varoluş İzleri - Sibel Güneş 


Kierkegaard eserlerini genel teamüllerin aksine farklı bir tarzda okurlarına sunar. Hikayelerinin çoğunda eser sahibi olarak kendi ismini kullanmak yerine farklı takma adlar kullanmış ve böylece hem yazarı hem de öznel yaşantıları kurgusal karakterler ortaya çıkarmıştır. Bu kurgusal karakterlerin taşıdığı özellikler tek bir insanın farklı yönleri olabildiği gibi farklı insanların ortak yönleri olarak da ele alınabilir. “Bu özellikler aynı zamanda insanı bir benlik haline getiren özelliklerdir. Doğada bulunan tüm varlıklardan farklı olarak insanın varoluşu sadece bir zorunluluğun, nedensel bir bağın sonucu olarak ortaya çıkmaz. İnsan bir yanıyla doğanın bir parçası olsa da aklı, inançları, tarihselliği ve en önemlisi özgürlüğüyle farklı bir yapıdadır. Kierkegaard insanın bu kompleks yapısını insanın bir sentez olduğu fikriyle açıklar .“[1] İnsan düşüncelerinin, hissettiklerinin ve eylemlerinin bir sentezidir. Varoluşçu birey ne akıl - beden olarak bir ayrıma tabi tutulabilir ne de iki ayaklı canlı, memeli vb gibi tanımlamalarla sadece bir biyolojik türe indirgenebilir. O bütün bunları da içine alan, duygu ve düşünce ayrımının muğlaklaştığı bir yerde somut ve zamansal bir varlık olarak daha büyük bir kümenin parçasıdır. “Kierkegaard ve diğerleri bu düşünce doğrultusunda tutkuların düşünceden ayrılamayacağı konusunda birleşirler. İkisinin amacı akıl ve beden arasındaki geleneksel ayrımın üstesinden gelmek ve varoluşun ‘irrasyonel’ tarafını da göz önüne almaktır. Varoluş aklın bize sunduklarının ötesinde, insanın tüm özellikleriyle birlikte ele alınabilecek bir durumdur.”[2] Onun için varoluş sürekli bir tekrarlama ve yeniden bir oluş halidir. Dolayısıyla bu oluşlar subjektif düşünceler silsilesi ortaya çıkarır. Subjektif düşünce objektif düşüncenin aksine kendi düşüncesi üzerine düşünme, karar verme ve seçim gibi unsurları içerdiğinden bireyseldir ve hiçbir zaman tamamlanmaz hep yeniden doğar.” Var olan birey daima bir oluş içerisindedir; gerçekten var olan düşünür bu varoluşsal durumu düşüncesinde tekrar tekrar oluşturur ve düşüncesini oluşuma dönüştürür. Bu sübjektif düşünürde bir yazar ve onun hiçbir zaman hiç bir şeyi tamamlamadığı stili gibi birliktedir ancak o her başlayışında dilin sularını yerinden oynatır. Onun için kullanılacak en yaygın ifade yeni doğanın tazeliğidir.”[3]


"Ya/Ya da" Adlı Eseri: 

Kierkegaard’ın 1843 yılında yayımlanan “Ya/ Ya da” adlı kitabında kişisel hayatının da izlerini görmek mümkündür. Kitabın başlığının “Ya/Ya da” olmasının sebebi kurgulanan senaryolarla ortaya çıkan farklı karakterlerin kendi seçimlerinin sonucu olarak ya öyle ya da böyle olduğunu okuyucuya hissettirmektir. Kişi seçimine göre ya o karakter ya da bu karakter ya o seçim ya da bu seçimdir. “Bir anlamda, okurun bu kurgusal labirentte mütemadiyen önüne farklı senaryolar, seçimler, kararlar, ihtimaller ve bakış açılarının çıkacağının en önemli ipucu başlıkla verilmiştir.”[4] Victor Eremita takma adıyla yazılan bu eserde ana tema yazarın bir çekmecede tesadüfi olarak bulduğu çeşitli yazıların bir araya getirilmesi ile ortaya çıkar. Her bir derleme farklı bölümleri oluşturur. İlk bölüm estetik karakterlerin örneklenmesi ikinci bölüm ise etik karakterleri ortaya çıkaran yazılardan oluşur. “Kierkegaard dini eserlerinin aksine estetik ve etik eserlerinde bireysel tecrübeleri ve farklı varoluş aşamalarını ifade edebilmek için o güne kadar hiçbir filozofun kullanmadığı bir yazım tarzını kullanmaya karar verir. ‘Dolaylı iletişim’ adını verdiği bu tarzın en belirgin özelliği farklı karakterlerin bakış açılarıyla yazılmış olmasıdır.”[5] Estet olarak adlandırdığı Johannes ve Don Giovanni gibi karakterler üzerinden estetik hayatın varoluşsal problemlerini dile getirirken yargıç Wilhelm üzerinden etik hayata vurgu yapar. Aslında konu ne etik hayatı övmek ne estetik hayatı yermektir. Her biri kendi varoluşsal alanı içinde farklı yaşantı çözümlemeleridir. Karar mekanizması ise yine okuyucunun kendisidir. İlk bölüm yani “Ya” bölümü estet(Aesthete) kısaltma A olarak her türlü zevki tatmaya çalışırken can sıkıntısından kaçmak için adeta hem hazzı hem melankoliyi son hızda deneyimleyen, merakın esiri bir karakter betimler. Estetik varoluşundaki boşluğu sanatla, aşkla doldurmaya çalışır. “A varoluşun hiçliğinden olabildiğince heyecanlı ve ilginç dolaysız deneyimler aracılığıyla kaçmaya çalışır. A’nın hayatı estetik varoluş aşamasının tipik bir yansımasıdır çünkü eylemlerini etik sorumluluk motivasyonuyla gerçekleştirmez. Ona göre estetik ifadesini en iyi müzik, tiyatro ve aşkta bulur.”[6] Don Giovanni karakteri kendi varoluşu üzerine düşünmekten ve dolayımlı bir bağ kurmaktan kaçınmak için niteliksel değil niceliksel bağlamda kadınlarla ilişki kuran bir karakteri yansıtır. “O hiçbir kadınla gerçek bir ilişki kuramaz çünkü bağlanmak ve karar vermek istemez. Bir kadınla geçirdiği anlar başka bir kadınla geçirdiği anlardan niteliksel olarak farklı değildir. Don Giovanni’nin başına gelmesinden en çok korktuğu şey can sıkıntısıdır.”[7]

Kitabın diğer estet karakteri Johannes ise niteliğe önem veren daha planlı hareket eden baştan çıkardığı kadınların öncelikle kendi özgürlüklerinin farkına varmalarını sağlayarak onları terk ettiğinde seçimlerin aslında kadınların seçimleri olduğuna onları ikna etmesiyle bir nevi kendi sorumluluğundan kaçmasına dayanır. “Johannes, Don Giovanni’nin aksine reflektif bir karakterdir. Hiç kuşkusuz Johannes’in refleksiyonu yalanlara, hilekarlığa ve başkalarını aldatmaya dayanır. Johannes arzularının peşinden kör bir hevesle koşmaz, ne istediğini en ince ayrıntısına kadar bilir. İstediğini elde etmek için planlar yapar ve oldukça karmaşık stratejiler kurar. Johannes’in baştan çıkarıcılığının kadınlar üzerindeki yıkıcı etkisi, onları hatalı olanın kendileri olduğuna inandırmasıdır. Bu durum amacın başarısızlıkla sonuçlandığı durumlarda, Estet’in sorumluluk almayarak başkalarını suçlama eğilimini gösterir.”[8] İki bölümün arasına yerleşen “en mutsuz olan” bölümü ise iki estet karakterinin hangisi daha mutsuzdur kurgusu olarak tanımlanabilir. Hikaye bir mezarın açıldığında içinin boş olduğunun görülmesine dayanır. Hiç kimsenin olmadığı boş bir mezarda “en mutsuz olan” yazmaktadır. Boş mezar aslında dolayımsız bir estet olan Don giovanni karakteri mi reflektif yani düşünsel olan Johannes karakteri midir? Çünkü ikisi de hem bu dünya da hem de değildirler. Aslında yazara göre iki karakterde mutsuzdur. Çünkü hep an’da var olurlar. Ne geçmiş ne gelecekleri vardır. Aşkı çeşit çeşit ilişkilerde hep şimdi’dedir. Tutunacağı bir dalı, zamana yayılacak bir amacı, uğruna öleceği bir tutkusu, deneyimlerin geçişleri içerisinde gerçek bir deneyimi yoktur. Bu anlamda mezarın ne içinde ne de dışındadır.

“Yaşlanamaz, çünkü hiç genç olmamıştır; gençleşemez, çünkü çoktan yaşlanmıştır; bir anlamda ölemez, çünkü aslında hiç yaşamamıştır; bir anlamda hiç yaşayamaz, zira o çoktan ölmüştür; sevemez, çünkü aşk daima şimdi’dir ve bu kişinin ne şimdi, ne gelecek, ne de geçmiş zamanı vardır ve yine de sempatik bir mizacı vardır ve dünyadan nefret eder, çünkü onu sever; hiçbir tutkusu yoktur, yoksun olduğu için değil, aynı anda tam zıttı bir tutkusu olduğu için, hiçbir şeye zamanı yoktur, zamanı başka şeylerle doldurduğu için değil, hiç zamanı olmadığı için; acizdir, gücü olmadığı için değil, kendi gücü onu âciz kıldığı için.”[9]

 İkinci bölüm ‘Yargıç karakterinin estet olan A’ya yazdığı uzun bir mektuba dayanır. Mektup etik yaşamın estetik yaşama olan üstünlüğüne vurgu yaparken aynı zamanda evlilik yaşantısının ahlaken en doğru seçim olduğuna yönelik bir ikna çabasıdır. “Hâkim A’yı ikna etmek için öncelikle ahlaki hayatın bir göstergesi olarak gördüğü evliliğin, estetik hayatın hazlarından daha tatminkâr olduğunu, çünkü tutarlı bir evliliğin daha fazla estetik haz içerdiğini savunur. Ona göre evlilik kendi içinde yinelemeyi barındırdığı için ileriye dönükken, estetik yaşamın tipik bir yansıması olan bekarlık anımsamanın geriye dönüklüğü içine sıkışıp kalmıştır.”[10] Yargıca göre etik başlangıçta evrensel olan ve kuralcıdır aynı zamanda bireyin dışındadır. Ne zamanki kişi evrenselleşir o zaman etik kişinin hayatında somutlaşır ve kendini gerçekleştirir. “Hayata etiksel gözle bakan kişi evrensel olanı görür ve etik olarak yaşayan kişi kendi hayatıyla evrenseli dile getirir, kendisini evrensel bireye çevirir, ancak somutluğunu üzerinden çıkarıp atarak değil, zira o vakit bir hiç olur; lakin onu kuşanarak ve onu evrensel olanla beraber özümseyerek.”[11] Estet bu bağlamda kendi tekilliğinde yaşadığı için rastlantısallıkta gidip gelir. Derinlikten yoksundur. İnsanlığın genel değerlerinden yoksun ve sınırlı bir varlıktır. “Estetik olarak yaşayan tesadüfi bir insandır, tek insan o olmak suretiyle mükemmel insan olacağına inanır; etik olarak yaşayan ise, evrensel insan olmak için uğraşır. Misalen, bir insan estetik olarak aşık olunca, tesadüfi olan burada müthiş bir rol oynar ve hiç kimsenin bu şekilde, bu nüanslarla sevmiş olmaması onun için önem taşır; etik olarak yaşayan evlenince, evrensel olanı hayata geçirir. Bu yüzde somut olana karşı hiçbir suretle kinci olmaz ama bu kimse, farklı bir ifadeye, her bir estetik ifadeden daha derin bir diğerine de sahiptir; zira o, aşkta genel olarak insana has olanın tezahürünü görür.”[12]

Kierkegaard Ya/ Ya da eserinde görüldüğü üzere dolayımsızlık, dolayımlı düşünüm, estet yaşam, seçim, can sıkıntısı, etik gibi kavramları varoluşsal parçalar olarak okura çeşitli kurgusal karakterlerle anlatmaya çalışırken bir yandan da kendi değerleri üzerine düşünmeye teşvik eder. Kitap okuru herhangi bir didaktik sonuca ulaştırmaz ve estetik(A) mı etik(B) mi haklı sorusuna da cevap vermez. Okuru bir anlamda sürekli bir zihin egzersizi ile kendi düşünsel yolculuğuna çıkarır. Eserin başlığı da tıpkı kitabın içeriği gibi okurun bir konuda eğilim göstermesini amaçlamaz. Her zaman olduğu gibi sonucu okura bırakır. “Okurların bu başlık dolayısıyla bir kayba uğrayacakları söylenemez; zira metni okurken bunu unutsalar da olur. Kitabı okumayı bitirince, belki o zaman başlığı üzerinde düşünebilirler. Bu da onları, A sahiden ikna mı oldu yoksa pişmanlık mı duydu, kazanan B mi oldu yoksa her şey B'nin A'nın fikrine katılmasıyla mı sonuçlandı şeklindeki herhangi bir nihai sorudan muaf tutacaktır. Bu açıdan bakıldığında bu kağıtlar hiçbir sonuca götürmüyor.”[13]

 Kısaca bütün bu karakterler iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış değildir. Her karakter onların ortaya koyduğu her bir duygu varoluşsal olarak tanımlanan bireyin gerçekliğidir. Birey ise bunların bir sentezinden başka bir şey değildir.


"Kaygı Kavramı" Adlı Eseri: 

Kierkegaard’ın Vigilius Haufhiensis takma ismiyle yayımladığı “Kaygı Kavramı” adlı kitabı 1844 yılında yazılmış olup varoluşun temel özelliklerinden birini ayrıntılı açıklaması bakımından önemlidir. Modern psikolojiden çok daha önce kaygı kavramına detaylı yaklaşmış ve bir yandan onu ontolojik bakımdan anlamlandırırken, bir yandan da ilk günah gibi kavramlarla bağlamı içinde teolojik bakımdan kaygıyı çözümlemeye çalışmıştır. “Kierkegaard insana dair temel bir özellik olarak kaygıyı açıklamanın insan varlığını ve Hristiyan inancının en önemli kavramlarından olan günah ve kalıtsal günahı anlamanın yolu olduğunu düşünür.”[14]

Günümüzde genelde kaygı bir rahatsızlık emaresi, kaygılı insan ise iyileşmesi gereken bir hasta kabul edilmektedir. Oysa Kierkegaard için kaygı kişinin varoluşsal bir durumunu ifade eder. Kaygılı olmak bir insanın doğasında vardır. Dolayısıyla ondan kurtulmaya çalışmak ve onu bir hastalık olarak görmek yanlış bir saptamadır. “Kaygı tedavi edilmesi gereken bir hastalık değil, kucaklanması gereken varoluşsal bir özelliktir. Kaygı zihnin anormal bir durumu olmanın aksine, insana özgü bir ayrıcalıktır ve bu nedenle hayvanlarda kaygıya rastlanmaz. Kierkegaard için kaygı olağan dışı değil, her insan yaşamında temel bir olgudur.”[15] Kierkegaard felsefesinde kaygı özgürlüğün varlığı ile mümkündür. Özgürlük aynı zamanda potansiyel seçimleri o da beraberinde kaygıyı getirir. Varoluşsal birey için her özgür seçim aynı zamanda onun kaygısıdır. “İnsanın, özgürlüğün karşısında sergilediği tutum çoğu zaman sancılıdır. Özgürlüğün olanağı kendini kaygı içinde ortaya çıkarır. Ancak insan özgürlüğün kendisini gösterdiği aynı anda özgür olmayandır da. Bu karşıtlık içerisinde kaygı kendisini insanın içinde muğlak bir güç olarak gösterir. Kişi kendisi olabilmek için öncelikle bu muğlak güçle yaşamayı, kaygı içinde olabilmeyi öğrenmelidir.”[16] Kaygı korkudan farklıdır. Korkunun karşısında her zaman korkulacak bir nesne vardır. Bu nesne sosyalleşme korkusu gibi içsel bir duygu durumu ile de ifade edebilir, yılandan korkmak gibi dışsal bir tehditte olabilir. Oysa kaygı da karşımıza bariz bir durum veya dışsal nesne çıkmaz. “Kaygı korku, keder, dehşet ve üzüntü kelimelerinin ifade ettiği anlamlardan farklı olarak nesnesiz bir endişeye işaret eder. Kaygı, korkudan ve belirli bir şeye gönderme yapan tüm kavramlardan farklıdır. Kaygı’nın nesnesi tüm nesnelerin yadsınması, başka bir deyişle hiçliktir.”[17] Martin Heidegger bu hiçliği topyekün bir hiçlik olarak değil en yakınımızda olduğu için bize iç sıkıntısı veren bir varoluş hali olarak tanımlar “Korkunun nedeni hep dünya-dahilinde bir şeylerdir, belirli bir yerlerden gelendir, yakında olup yaklaşandır, gerçekleşmeyebilecek zarar verici bir varolandır.”[18] Oysa kaygı dünya da varolmaklıktan gelen bir iç daralmasıdır. İç daralmasının sebebi dünya da olmaklıkla ortaya çıkan imkanların çokluğudur. Yani “kaygının nedeni bizatihi dünyanın kendisidir”[19] Kierkegaard içinde kaygı aynı zamanda insanın kendi olanaklılığıdır. Dolayısıyla ortadan kalkması mümkün değildir. Kaygı bir baş dönmesidir. Tıpkı Kierkegaard’ın belirttiği gibi aşağıya bakan herkesin başı döner, aşağı bakmayanında kaygıdan kaynaklı özgürlüğün olanağıyla başı döner.

“Kaygı baş dönmesiyle karşılaştırılabilir. Aşağıya, cehennemin ağzını açmış çukuruna bakan herkesin başı döner. Peki ama neden? Cehennem çukurundan olduğu kadar gözleri yüzünden de. Varsayın ki aşağıya bakmadı: Kaygı, sentez tin tarafından gerçekleştirildiğinde oluşan özgürlüğün baş dönmesidir. Özgürlük aşağıya, kendi olanağına bakar, düşmemek için de sonlu oluşuna tutunur. Özgürlük bu baş dönmesine boyun eğer.”[20]

 Kısaca kaygı varoluşsal bir gerçekliktir. İnsan onu yok etmeye çalışarak değil onu anlamaya ve kontrol etmeye çalışarak yol alabilir. Özgürlüğün, seçimin olduğu her yerde varoluşsal kaygı da vardır.


"Benliğin Ölümcül Hastalığı: Umutsuzluk" Adlı Eseri: 

1849’da yayımlanan bu eser varoluşsal bireyin en temel problemlerinden biri olan umutsuzluk üzerinedir. “Kierkegaard için ölümcül hastalık kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölümle sonuçlanandır. Bu anlamda umutsuzluk ölümcül bir hastalıktır. Ölümcül hastalık olmasının nedeni bu hastalığın bedensel ölümle sonuçlanmasından değil, kişinin acı içinde can çekişmesine rağmen ölememesidir. “Ölesiye hasta olmak ölememek bir umudun olmamasıdır.”[21] Kierkegaard’a göre aslında ölesiye hasta olmak ne yaşamak ne de ölmektir. Ona göre umutsuzluğa düşmek birebir umutsuzluğun kendisi değildir. Sadece başlangıcıdır. Asıl umutsuzluk kendisi için umutsuz olmaktır. Kierkegaard bunun için bir genç kızın aşık olması örneğini verir. “Bir genç kız sevdadan dolayı umutsuzluğa düşer, sevdiğinin kaybına, ölmüş olmasına, ona ihanet etmiş olmasından dolayı umutsuzluğa düşer. Bunun kendini göstermiş umutsuzlukla bir alakası yoktur, hayır, o kendisinden dolayı umutsuzdur.”[22] Kızın sevgilisi halen var olsaydı onunla birlikte yitireceği kendiliği sevgilisinin yitiminde onsuz bir kendiliğe dönüşür. Kız için azap verici olan kendini başkasında yitirememiş olmasıdır. Umutsuzluk kişinin kendisi olamaması aynı zamanda başkası da olamamasıdır. “Umutsuzluk, kişinin kendinden kurtulamamasının işkencesidir. Kierkegaard’a göre umutsuz insan sonsuzluğu olmadan umutsuzluğa düşemez. Kişinin kendi ben’inden kurtulma çabası boşuna bir çabadır. Sonsuzluk, tanrının insana bahşettiği bir ayrıcalıktır.”[23]

İnsan kendisi umutsuz olduğunu bilse de bilmese de umutsuzluk hep vardır. Yani evrenseldir. Kierkegaard’a göre insanı birazcık tanıyan biri bilir ki insanın içinde tanımlayamadığı bir rahatsızlık, bir korku, derinlerde varoluşsal bir kaygı duymadan yaşayan bir tek insan bile yoktur. Ona göre umutsuzluk tinsel bir hastalıktır. Bedensel hastalıkların aksine umutsuzluğun herhangi bir zamanda ortaya çıkması onun önceden de varolduğunu gösterir. “Umutsuzluk meydana çıkar çıkmaz, o insanın umutsuz olmuş olduğu da meydana çıkar. Bu açıdan, umutsuzluktan kurtulmamış bir insana hiçbir zaman herhangi bir hüküm giydirilemez. Zira umutsuzluğa düşüren şey her ne ise, daha vuku bulduğu anda, o kişinin tüm hayatı boyunca umutsuzluk içinde yaşamış olduğu meydana çıkar.”[24] 

Kierkegaard için umutsuzluğun çeşitli formları vardır. Örneğin sonlu olan insanın sonsuz olmak istemesi bir umutsuzluktur. Her insanın limitleri vardır ve bu limitleri göz ardı ederek tamamen sonsuz olmak istemesi bir çeşit umutsuzluktur. ”Dolayısıyla, farazen sonsuz hale gelmiş ya da sadece sonsuz olmak isteyen her insan varoluşu, evet hatta insan varoluşunun, içinde sonsuz hale gelmiş olduğu ya da sadece sonsuz olmak istediği her an umutsuzluktur.”[25] Bir başka form sonlunun umutsuzluğunun sonsuzluktan yoksun olmasıdır. Buradaki durum kişinin kendisini potansiyelini bilmemesi ve kendisini bir dar görüşlülüğe hapsederek diğer insanların bir çeşit taklidi konumuna gelmesidir. “Böyle biri, etrafındaki insan kalabalığına bakarak, her nevi dünyevi işlerle meşgul olarak, dünyada neler olup bittiğini sökerek, kendisini, adının kutsal anlamda ne olduğunu unutur, kendisine inanmayı gözü yemez, kendisi olmayı çok tehlikeli bulur, diğerleri gibi olmak, bir taklit olmak, kalabalığın içinde bir numerus olmak çok daha kolay ve güvenlidir.”[26] Örneğin kişinin hiç riske girmemesi Kierkegaard’a göre kişinin varoluşunu yitirmesidir. Kişi bu halde dünyevi bir kazanç elde edebilir. Ama netice de kişi kendini kaybeder. Boşluğa düşer.

“Zira yanlış riske girmiş isem, hayat bunun ceremesini çekmekte bana elbette yardım eder de hiç riske girmemiş isem, o vakit bana kim yardım eder?”[27]

 Bunların dışında Kierkegaard umutsuzluğu bilinç açısından da ele almıştır. “Bunlar bilgisizliğin (cahilliğin) umutsuzluğu, zayıflığın umutsuzluğu (kendi olmayı istememenin umutsuzluğu) ve meydan okumanın umutsuzluğu (kendisi olmayı istemenin umutsuzluğu) olarak üç farklı başlıkta ele alınabilir.”[28]

Kısaca umutsuzluk varoluşun gerektirdiği bir durumdur. İnsan birçok şekilde umutsuzluk yaşar. Ancak çözüm umutsuzluğu yok saymakta değil -zira o yok sayılmakla yok edilemez- aksine onu varoluşun parçası kabul etmekte ve anlamakta yatmaktadır.


"Korku ve Titreme" Adlı Eseri:  

1843 yılında Johannes de Silentio takma adıyla yazılan bu eseri İbrahim peygamberin oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etme hikayesinin çeşitli argümanlar üzerinden değerlendirilmesine dayanır. Eserde İbrahim’ın oğlunu kurban etmesi ile yaptığı tercih yani imanın ahlaka tercih edilmesi üzerinden varoluşsallığın bir diğer temel taşı açığa çıkar. İbrahim seçimini ahlaktan değil inançtan yana kullanarak bir yandan bireyin toplumdan bağımsız seçim yapabilme gücünü ispatlamış diğer yandan da iyi ve kötü tercihinin genel toplum kurallarından öte bireyin kendi tercihi olduğunu göstermiştir. “İbrahim biricik seçimiyle kabul görmüş ahlaki kurallara başkaldırır. Kendisi de bu ahlaki kurallara bağlı olan kişi seçimini ‘etik olanı askıya alarak’ korku ve titreme içinde gerçekleştirir. Etik olanın bu şekilde ihlalinin geçerliliği Kierkegaard’ın varoluş felsefesinin ve Hıristiyan imanının merkezi olan tek bir prensibe bağlıdır; bireysel olan, evrensel/tümel olandan daha önemlidir.”[29] Kierkegaard’a göre inanç bir çelişkidir. Kişi inancı seçerek bireyselliğin toplumun üstüne çıkarmıştır ve genelden bağımsızlaşmıştır. Zira toplumsal ahlak ve düzen insan öldürmeyi yasaklarken birey olarak İbrahim oğlunu öldürmeyi seçebilmiştir. “İbrahim’in öyküsü ahlakın teleolojik askıya alınması durumunu içerir”[30] der Kierkegaard. Aksi halde İbrahim bir kahraman değil bir katil olurdu. Bireyin davranışı kendi kararıdır ve her karar bir varoluştur.

“Yaşadığı dönemde olay olmuş bir kahraman kendisinin anlaşılmayan bir çelişki olduğunun bütünüyle bilincinde olarak çağına meydan okurken şöyle haykırır: sonuç gösterecektir ki benim davranışım yaradılışıma uygun düşmüştür”.[31] 

 Yazarın ismi Johannes de Silentio “sessiz Johannes” demektir. İbrahim seçimlerine yaparken ki sessizliğine bir vurgudur. İbrahim Tanrı’nın sözünü yerine getirirken sessizdir. Karısı, oğlu dahil kimseye tek söz etmez. Kimseden onay almaz. Kierkegaard’a göre onun trajik kahramandan ayırıp iman şövalyesi yapan seçimlerinin hem sorumluluğunu hem yükünü içinde taşımasıdır. Dolayısıyla dışardan insanlar için anlamsız, gülünç, saçma görünen bir şey bireyin kendi içinde tutarlı ve anlamlı olabilir. İnanç bu bağlamda içselliğin dışsallığa direncidir.

Kısaca bireyin seçimi biriciktir ve varoluşun temelidir. Onun seçimleri gelmiş geçmiş kurallara ve toplum dayatmalarına uymak zorunda değildir. Bireyi birey olarak belirleyen ne ahlak kuralları ne de geleneklerdir. Onu birey yapan kendi seçimleridir.


"Tekerrür" Adlı Eseri: 

Kierkegaard Ya/Ya da ve Korku ve Titreme ile aynı yıl yazdığı “Tekerrür” adlı kitabında varoluşun olmazsa olmazı bir başka kavrama zamansallığa temas eder. O bu metinde tekerrürün imkanını sorgular. Tekerrür birebir aynının tekrarı mıdır yoksa kendi zamansallığını anlarda yaşayan bireyin kendisiyle hiçbir noktada özdeş kalamaması mıdır? Her yinelenme bir yenilenme midir? Kierkegaard’a göre zamansallık içinde hareket halinde olan bireyin bir tekrara düşmesi mümkün değildir. Birey için bir sonraki anla öncelediği herhangi bir anın özdeşliğinin mümkün olmaması dolayısıyla da her tekerrür bir yeniden doğuştur. Tekerrür bu anlamda tam da felsefenin hakikat dediği hareketsiz, devamlı ve herkes için geçerli bir öz fikrine başkaldırıdır. “Kierkegaard tam da bu metinde, varoluşun bir öze indirgenemeyeceğini, bir, kavrama sığdırılamayacağını donuk nesnel bir hakikat olarak anlaşılamayacağını, ancak ve ancak hareket olarak deneyimlenebileceğini, ama felsefenin bu kanlı canlı, sürekli dönüşüm halindeki harekete temas etmekte, dolayısıyla onu anlamakta yer yer çaresizce, yer yer inatla başarısız olduğunu duyurmayı amaçlar.”[32] Kitapta geçen yazarın ismi olan Constantin Constantius bile bu bağlamda okuyucuya tekerrür için ipucu verir. “Sabit, durağan, hareketsiz anlamına gelen "constant" sözcüğünün iki farklı biçimde tekrarından türetilen bir isme sahiptir”.[33] Bu bağlamda yazarın isminin okuyucuya bir ironiyle hissettirdiği basit bir ismi tekrar ederken bile asla birebir olarak tekrarının olamayacağıdır. Her tekrar bile içinde hep bir yeniliği barındırır. Yine Kierkegaard tekerrürü anımsamayla ilişkilendirerek açıklar. Anımsama bir geriye dönük devinim iken tekerrür ileriye dönük devinimdir. O yüzden Kierkegaard için tekerrür olmayan bir yaşam vefat ilanı gibidir. Vefat sadece geriye dönük yaşanmışlık olduğundan şimdi de olmuş bitmişliktir. Bütün yaşanmışlıkların son bulduğu ve yeni bir şeylerin olmadığı bir düzen de ise yaşamın anlamı kaybolur. Kierkegaard tekerrür kavramını umut ve anımsama üzerinden bir metaforla şöyle açıklar: 

“Umut doyurmayan davetkar bir meyvedir, anımsama beş para etmez bir meteliktir, doyurmayan ekmek parasıdır, ama tekerrür, nimetiyle doyuran rızktır. İnsan varoluşun çevresini denizden bir dolaştı mı, hayatın bir tekerrür olup olmadığını anlayacak kadar cesareti ve ona can atacak kadar tutkusu var mı, yok mu ortaya çıkar.”[34]

 Kierkegaard’a göre umut etmek henüz hayatı yaşamamış olmaktır. Henüz yaşamadan yaşamanın ne olduğu bilinemez. Anımsama ise daha önce yaşanmışlık olduğundan bir bezginlik taşır. Oysa tekerrür ile hem yaşanmışlık deneyimi varken hem de bu yaşanmışlığın üzerine yeni şeyler katabilmek mümkün olur. Hayatı yaşayan kişi tekerrürü seçendir. Kierkegaard Tekerrür kitabını Korku ve Titreme’dekine benzer şekilde dinsel alana geçiş ile tamamlar. Kitabın bir bölümünü Eyüp’ün hikayesine ayırır. Eski ahitte geçen Tanrı karşısında sürekli sınav vermek zorunda olan Eyüp figürü yoksulluk, hastalık, sevdiklerin kaybı gibi bütün sınavlardan kendine ve tanrıya olan inancı ile geçer. Bu sınavlardan geçerken sadece kendine inanışı onu korkak insanlar gibi etik değerlerin altına sığınarak kendi özgür seçimlerinden vazgeçen kitlelerden ayırır. Kierkegaard’a göre Eyüp gibi başına kötülük gelen bir insan genelde bunun kendi suçunun cezası olduğunu düşünerek Tanrıyı cezalandırıcı olarak gören etik yanlışın içine düşer. Bu bir tür korkaklıktır. Oysa kendi hatası olmasa da sırf tanrıdan geldiği için sorgusuz sualsiz her musibete sessizce katlanan Eyüp, tanrının dünyayı onun için değiştirmeyeceğini bilir ve her şeye rağmen tanrıya teslim olmanın onun asıl özgürlüğü olduğunu kavrar.

“Eyüp'teki ululuk, onun özgürlük tutkusunun yanlış bir ifadeyle bastırılamamasında veya yatıştırılamamasında yatar. Benzer koşullar altında, bu tutku bir insanda sıklıkla bastırılabilir, çünkü pısırıklık ve küçük korkular bir insanı, günahlarının cezasını çektiğine, hiç öyle olmasa da inandırmıştır. Onun ruhunda, bir düşünceyi, tüm dünya bunun tam tersini düşündüğünde, hayata geçirebilecek metanet eksiktir.”[35] 

 Sonuç olarak Kierkegaard’ın “Tekerrür” adlı eserinde birkaç varoluşsal yaklaşım bir arada görülmektedir. İlk olarak zamanın bir anında gerçekleşen bir olayın gelecekte birebir tekrarının birey için mümkün olmaması okuyucuyu varoluşsallığın en derin gerçeği ile yüzleştirir. Ne birey zamansallık içinde akıp giderken hep aynı birey olabilir ne de etrafında meydana gelen olaylar ve kişiler bir önceki durumla birebir sabitlenebilir. Bireyin ruh hali her daim değişkenken bireyin etrafındaki kişiler ve olaylarda sürekli değişir, farklılaşır. Dolayısıyla her anı sadece o anına özdeş olabilen bireyin tekerrür onun yenilenmesidir, her yinelenmede yeni şeyler yaşaması ve öğrenmesidir. Bu sayede de hayatı kendi varoluşsal çerçevesinde yaşamasıdır. İkinci varoluşsal yaklaşımı okur Eyüp hikayesinde görür. İnancını yaşarken herhangi etik bahaneye sığınmayan birey özgürlüğünü Tanrı’ya bahanesiz teslimiyeti ile yakalar.

***

Dipnotlar

1 Yasemin Akış Yaman , “Kierkegaard varoluşçuluğunun kaynakları”, 2016, s.17 

2 Yasemin Akış Yaman , “Kierkegaard varoluşçuluğunun kaynakları A.g.e., s.22 

3 Yasemin Akış Yaman , “Kierkegaard varoluşçuluğunun kaynakları A.g.e., s.29

4 Soren Kierkegaard,”Ya/Ya da,” çeviren Nur Beier, İstanbul: Alfa ,2020, Sunuş: Elis Şimşon, s.14 

5 Yasemin Akış Yaman ,”Boş mezarın hikayesi: Ya/Ya da’nın baştan çıkarıcıları ve en mutsuz olan üzerine”, 2019 s.2-3 

6 Yasemin Akış Yaman ,”Boş mezarın hikayesi, A.g.e., s.4 

7 Yasemin Akış Yaman ,”Boş mezarın hikayesi ,A.g.e., s.6  

8 Yasemin Akış Yaman ,”Boş mezarın hikayesi A.g.e., s.6

9 Yasemin Akış Yaman ,”Boş mezarın hikayesi, A.g.e., s.12

10 Yasemin Akış Yaman , “Boş mezarın hikayes,i A.g.e., s.4  

11 Soren Kierkegaard,”Ya/Ya da,” A.g.e., s.854

12 Soren Kierkegaard ,”Ya/Ya da,” A.g.e., s.854-855

13 Soren Kierkegaard, ”Ya/Ya da , A.g.e., s.55-56  

14 Yasemin Akış Yaman, “Özgürlüğün olanağı olarak kaygı”, 2020, s.7

15 Yasemin Akış Yaman, “Özgürlüğün olanağı olarak kaygı A.g.e., s.6

16 Yasemin Akış Yaman, “Özgürlüğün olanağı olarak kaygı A.g.e., s.8

17 Yasemin Akış Yaman, “Özgürlüğün olanağı olarak kaygı A.g.e., s.9

18 Martin Heidegger,“ Varlık ve Zaman”,çeviren Kaan H.Ökten , 4.basım, İstanbul:Alfa Basım Yayın, 2021, s.284

19 Martin Heidegger,“ Varlık ve Zaman, s.286

20 Soren Kierkegaard “Kaygı kavramı” çeviren Türker Armaner, 6.Basım,İstanbul: : Türkiye İş Bankası Kültür yayınları ,2023, s.56

21 Yasemin Akış Yaman, “Benliğin ölümcül hastalığı: umutsuzluk”, 2020, s.66

22 Soren Kierkegaard, “Ölüme götüren hastalık” çeviren Nur Baier, 1.Basım,İstanbul: : Alfa yayınları ,2020, s.25 

23 Yasemin Akış Yaman, “Benliğin ölümcül hastalığı: umutsuzluk”, A.g.e., s.68-69

24 Soren Kierkegaard, “Ölüme götüren hastalık”,A.g.e., s.32

25 Soren Kierkegaard, “Ölüme götüren hastalık”,A.g.e., s.39

26 Soren Kierkegaard, “Ölüme götüren hastalık”,A.g.e., s.43

27 Soren Kierkegaard, “Ölüme götüren hastalık”,A.g.e., s.44

28 Yasemin Akış Yaman, “Benliğin ölümcül hastalığı: umutsuzluk”, A.g.e., s.75

29 Yasemin Akış, “Soren Kierkegaard’da kaygı kavramı”, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Doktora tezi, 2014 s.22

30 Soren Kierkegaard, “Korku ve titreme” A.g.e., s.70

31 Soren Kierkegaard, “Korku ve titreme” A.g.e., s.66  

32 Soren Kierkegaard, “Tekerrür” çeviren Nur Baier, 1.Basım,İstanbul: Alfa yayınları ,2021, sunuş: Elis Şimşon s.11-12

33 Soren Kierkegaard, “Tekerrür”, A.g.e., s.13

34 Soren Kierkegaard, “Tekerrür”, A.g.e., s.33 35Soren Kierkegaard, “Tekerrür”, A.g.e., s.129

***

Kaynakça

AKIŞ, Yasemin, “Soren Kierkegaard’da kaygı kavramı”, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Doktora tezi, 2014 

HEIDEGGER.,M,“ Varlık ve Zaman”,çeviren Kaan H.Ökten , 4.basım, İstanbul:Alfa Basım Yayın, 2021. 

KIERKEGAARD, S. İroni kavramı, çeviren Sıla Okur, 3.Basım, İstanbul: İmge kitapevi ,2009.

KIERKEGAARD,S, “Kaygı kavramı” çeviren Türker Armaner, 6.Basım,İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür yayınları ,2023 

KIERKEGAARD, S. Korku ve titreme, çeviren İsmail Yerguz, 4.Basım,İstanbul: Say yayınları 2022.

KIERKEGAARD,S “Ölüme götüren hastalık” çeviren Nur Baier, 1.Basım,İstanbul: Alfa yayınları 2020. 

KIERKEGAARD,S. “Tekerrür” çeviren Nur Baier, 1.Basım,İstanbul: Alfa yayınları ,2021.

KIERKEGAARD ,S.,Ya/Ya da, çeviren Nur Beier, 1.Basım, İstanbul: Alfa yayınları ,2020. 

YAMAN, Yasemin Akış, “Benliğin ölümcül hastalığı: umutsuzluk”,2020, erişim tarihi: 24.04.2024 https://www.academia.edu/43658613/Benli%C4%9Fin_%C3%96l%C3%BCmc%C3%BCl_Hastal%C4%B1%C4%9F%C4%B 1_UmUtsUzlUk 

YAMAN, Yasemin Akış,“Boş mezarın hikayesi: Ya/Ya da’nın baştan çıkarıcıları ve en mutsuz olan üzerine, erişim tarihi: 24.04.2024 https://www.academia.edu/39004415/STORY_OF_THE_EMPTY_GRAVE_ON_SEDUCERS_AND_THE_UNHAPPIES T_ONE_IN_EITHER_OR 

YAMAN, Yasemin Akış, “Kierkegaard varoluşçuluğunun kaynakları”,2016, erişim tarihi: 25.04.2024 https://www.academia.edu/33248541/The_Sources_of_Kierkegaards_Existentialism_Kierkegaard_Varolu%C5%9F%C3%A7u lu%C4%9Funun_Kaynaklar%C4%B1 

YAMAN, Yasemin Akış,“Özgürlüğün olanağı olarak kaygı,2020, erişim tarihi: 24.04.2024 https://www.academia.edu/41966097/%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BCn_Olana%C4%9F%C4%B1_Olara k_Kayg%C4%B1

***

Yazar: Sibel Güneş

Sibel Güneş, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe bölümü yüksek lisans öğrencisidir. 

İletişim: sib_gn@yahoo.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Marksizmin Aporia'sı: "Devlet" - Cengiz Baysoy

Aydınlanma ve Kadın Aklı - Emre Kahvecioğlu

Anlatıya Fırlatılmışlık - Efe Can Akdeniz

Mantık Felsefenin Parçası mı, Aracı mı? - Hakan Yücefer

İstisna Hâli ve Marksist Devlet Kuramı - Koray Saatçı

İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - M. Yavuz İnan

Bir Felsefe Yazısı (Bu da dahil) Nasıl Okunur? Nasıl Planlanır? Nasıl Yazılır? - Jeff McLaughlin