İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - M. Yavuz İnan

İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - Muammer Yavuz İnan[1]

 

1. Konuya İlişkin Felsefi Sorunların Tespit Edilmesi ve Soruşturmanın Yönünün Belirlenmesi

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin[2], belirli grupların çıkarlarını koruyacak ve bu çıkarlar ile çatışan düşünce ve eylemleri bastırmaya yönelik kullanılan şiddeti meşrulaştıracak şekilde araçsallaştırılıyor oluşu, Bildirge yasalaştığından beri sosyal bilimlerin her alanında pek farklı şekilde gündeme gelir. Örnekleri de çokmuş gibi görünür, Bildirgenin, Bildirge’de söz konusu edilen hakları sağlamak ve korumaktan ziyade bu hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasının. Hatta öyle bir tarzda yapılır ki bu iş, söz konusu haklar, bu hakları sağlamak ve korumak adına, ihlal edilir.

Ne var ki örneklerin görünüşteki çokluğu, öteden bakıldığında, kavramsal bir sorunun varlığına işaret eder. Bu örnekler, kavramlaştırılmış bir durumun, aynı sayılabilecek örnekleriymiş gibi yan yana konulduklarında çelişkilerle karşı karşıya kalırız: “Aynı” eylemler, kimi örneklerde “hak”, kimi örneklerde ise “hak ihlali” olarak açığa çıkar; birilerinin “hak” olarak gördükleri ile diğerlerinin “hak ihlali” olarak gördükleri, “aynı” fenomendir. Dolayısıyla, bu örnekler, eğer kavramlaştırılmış bir durumun aynı sayılabilecek örnekleriymiş gibi ele alınırlar ise; birinin hakkını ihlal etmeksizin diğerinin hakkını korumanın olanaksız olduğu kimi hakların, birlikte-olanaksız-hakların varolduğu sonucu ortaya çıkacaktır; ve eğer bu sonucu kabul edersek, Bildirge’nin, insan haklarının ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılması, birlikte-olanaksız-haklar söz konusu olduğunda, kaçınılmaz olacaktır; dolayısıyla, Bildirge’nin, insan haklarının ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılması, yalnızca görünüşteki bir sorun olacaktır; asıl sorun ise birlikte-olanaksız-haklar söz konusu olduğunda, hangi hakların, hangi hakları korumak uğruna ihlal edileceğine karar vermeyi sağlayacak bir kriter icat etmektir; başka bir deyişle, “hakları ihlal etme hakkı”nın sınırları çizilmelidir.

Bu türden bir kavrayış iki temel çelişkiyi barındırır:

  1. Aynı fenomenin hem “hak” hem de “hak ihlali” olarak görülmesi;
  2. Başka hakları ihlal edebilen “hak”ların, birlikte-olanaksız-hakların varlığı.

Bu iki çelişki ise, Bildirge ile ilişkilerinde iki ayrı çelişkiye sebep olur:

1.      Mantıksal düzlemdeki ilk çelişkinin kaynağında bulunan fenomenolojik fark, Bildirge’nin evrensel yapısıyla çelişir. Zira aynı fenomenin kimileri tarafından “hak”, kimileri tarafından ise “hak ihlali” olarak görülebilmesi; o fenomenin, farklı dünya tasarımları içerisinde, yani farklı meta-fizik ve meta-etik sistemler içerisinde değerlendirilmesi sebebiyle mümkündür. Bir fenomen, içerisinde değerlendirildiği kompozisyona göre bir görünüm ve anlam kazanır. Söz konusu çelişkili durumda, hem “hak” hem de “hak ihlali” olduğu söylenen aynı fenomen olmasına rağmen, aynı “şey” değildir. Ancak bu durum, yani çeşitli dünya tasarımlarına hakların ölçütüymüşçesine başvurulması, Bildirge’nin laik ve çeşitli dünya tasarımlarına ve bu tasarımlara göre yaşamını düzenlemeye çalışan insanlara “eşit” davranan yapısıyla çelişir.

2.      Birlikte-olanaksız-hakların varlığı, Bildirge’de sürdürülen hak ve özgürlük anlayışıyla çelişir. Eğer insanların özgürlükleri, başkalarının hakları ile sınırlanıyorsa ve başkalarının haklarını ihlal etmedikleri eylemler insanların hakları ise; başkalarının haklarını ihlal eden hakların varlığı yani birlikte-olanaksız-hakların varlığı, Bildirge açısından kabul edilemezdir.

Yukarıda sunulan çelişkiler, ancak belirli dünya tasarımlarını askıya alıp, öteden bakmakla görülebilir. Belirli bir dünya tasarımı hakların ölçütü sayıldığında, “hak” olarak görülen şeyin, “hak ihlali” olabileceği görülemez; zira söz konusu “hak” ile çatışan eylemler, birlikte-olanaksız-hakların olanaksızlığı sebebiyle, “hak” sayılmaz; dolayısıyla, ortada bir “hak” görülmediği için “hak ihlali” de görülemez.

Bu çelişkiler ve bu çelişkilere dayalı argümanlar, Bildirgenin, Bildirge’de söz konusu edilen hakları sağlamak ve korumaktan ziyade bu hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığının iddia edildiği pek çok örnekte karşımıza çıkar. Bu durumun görülebilmesi için insan hakları konusu olan bir ve aynı olaya ilişkin farklı grupların dünya tasarımlarını yansıtan haber kanallarına, yan yana görülebilecekleri bir mesafeden bakmak yeterli olacaktır.

Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasına dair örneklerin görünüşteki çokluğu üzerine düşünülerek ulaşılan bu noktadan bakıldığında şu iki şey görülebilir artık:

  1. Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılması olayının örneğiymiş gibi sunulanlardan kimileri, mantıksal düzlemde bulunan ilk çelişkiden dolayı, bu olayın örneği olamazlar. Bu örneklerin, aynı olayın örnekleriymiş gibi görünmeleri, benzer sözcüklerle dile gelmelerinden kaynaklanır. Fakat mantıksal düzlemde bulunan çelişkinin kaynağında bulunan fenomenolojik farkın da gösterdiği üzere, kullanılan sözcükler benzer olsa da söylenenler farklıdır. Başka bir deyişle, Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılması olayı, farklı şekillerde kavranır. Görünen o ki, bu olay kavramsallaştırılamamıştır henüz. Bu olaya ilişkin belirli dünya tasarımları askıya alınarak, fenomenolojik yöntemle çıkarsanmış bir kavrama sahip olmadığımız için ise, bu olayın örneğiymiş gibi sunulanlardan hangilerinin bu olayın örneği olduğu, hangilerinin ise olmadığı ayırt edilemez.
  2. Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılması olayının örneğiymiş gibi sunulanlar, bir kavram çatısı altında toplanamıyorsa da; bunların örneklermiş gibi sunulması, örneklerin belirli bir grubun dünya tasarımının “hak”ların ölçütü sayılarak oluşturulması ve yukarıda belirtilen çelişkileri açığa çıkarması bakımından ortaklık gösterirler.

Yukarıda sunulan çelişkiler ve kavramsal bulanıklık gösteriyor ki:

  1. Henüz sorunun ne olduğunu dahi bilmiyoruz; sorunun nedenlerini anlamak ve tespit etmek konusunda ise kim bilir ne kadar uzaktayız.
  2. Söz konusu bulanıklık sürdüğü ve birlikte-olanaksız-istemeler “hak” görülmeye devam ettiği sürece, birilerinin hakları kaçınılmaz olarak ihlal edilecektir. Ancak henüz, başkalarının hakkını ihlal etmeksizin gerçekleştirilmesi olanaksız olmasına rağmen “hak” görülen şeylerin, Bildirge ile ilişkisinde hak olarak tanınamayacak olmasına rağmen hakmış gibi görülen şeylerin neler olduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla kimin haklarının, haksız yere ihlal edildiğini de belirleyemiyoruz.
  3. Eğer “hak”ların ölçütü olarak belirli dünya görüşlerine başvurulmaya devam edilirse, birlikte-olanaksız-haklar söz konusu olduğunda, hangi hakların, hangi hakları korumak uğruna ihlal edileceği de belirli dünya görüşlerine bağlı olacaktır. Sonuç olarak, güçlü veya çoğunlukta olan bir grubun dünya görüşünü korumak uğruna, o gruptan olmayan insanların hakları tanınmayacak ve ihlal edilebilecektir.
  4. Söz konusu çelişkiler ve bulanıklıklar sebebiyle birilerinin hakkını ihlal etmek meşrulaştırılabilecektir. Ancak ihlal edilenin “hak” olup olmadığı belirlenemediği için farklı gruplar, kendi istemelerini “hak” başkalarının istemelerini “hak ihlali” olarak görmeye devam edebilecektir. Böylelikle Bildirge, yalnızca hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılmakla kalmayacak, farklı grupların, farklarından dolayı kutuplaşmasına ve topluluk içerisinde çatışmalara da yol açacaktır. Başka bir deyişle, insanların ve toplulukların farklarıyla-birlikte-varolmasını sağlamak üzere yasalaşan Bildirge, insanların ve toplulukların farklarından dolayı kutuplaşmasını ve çatışmasını sağlamak üzere kullanılabilecektir.

Bu sayılanlar gösteriyor ki: ne olduğunu ve neden olduğunu belirleyemememize rağmen, Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığı ortadadır. Bu soruna ilişkin çelişkilerin, kavramsal bulanıklıkların, henüz bilmiyor ve belirleyemiyor olduklarımızın tespit edilmesiyle, bu olayın neliğini, olanak koşullarını ve nedenlerini belirleyebilmek için izlememiz gereken düşüncenin yönü de belirlenir.

Bu olayın neliğinin ve olanak koşullarının isabetli bir şekilde tespit edilebilmesi için: bu olayın aracılığıyla gerçekleştiği varolanın, yani yasanın varlık yapısı ile ilişkilerinin kurulması gerekmektedir.

Yasanın varlık yapısına ilişkin inceleme, bizlere, Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılabilmesinin olanak koşullarını vermelidir. Zira böyle bir kullanım olanaklı ise, bu olanak, söz konusu aracın varlık yapısından kaynaklanan bir olanak olmalıdır. Yasanın varlık yapısına ilişkin çıkarsanan kimi özellikler ise bizlere, birlikte-olanaksız olmalarına rağmen “hak”mış gibi savunulan istemeleri belirleme imkanı tanımalıdır. Zira ancak böylelikle: hangi durumlarda, birlikte-olanaksız-istemeler “hak” sayıldıkları için başkalarının haklarının ihlal edilmesinin meşrulaştırıldığı, Bildirge’nin bu türden bir kullanımı mümkün kılan unsurları ve sorunsallaştırılan olayın neliği belirlenebilir.[3]

 

2. Yasanın Varlık Yapısı

Yasanın varlık yapısına ilişkin özelliklerin ve bunların açığa çıkardığı olanakların tespit edilebilmesi için, çözümleme sürecinde şu üç şeyin belirlenmesi gerekir:

  1. Yasayı kapsayan tür.
  2. Yasayı kapsayan türün kapsandığı cins.
  3. Yasayı oluşturan ve birbirinine indirgenemeyen elementler.

Zira yasa, kapsandığı türün ve cinsin özelliklerini genel olarak; yasayı oluşturan elementlerin özelliklerini ise belirli bir tarzda taşımalıdır. Yasanın varlık yapısının genel hatlarının çizilebilmesi, özelliklerinin ve olanaklarının sağlam bir tespitinin yapılabilmesi için; bu özelliklerin ve olanakların, kaynakları ve elementleri ile nasıl bir ilişki içerisinde olduğunun gösterilmesi gerekir.

Dolayısıyla soruşturmamız bizlerden şu adımları atmamızı talep eder:

  1. Yasanın hangi cinsten ve türden bir varolan olduğunun belirlenmesi;
  2. Söz konusu cinsin ve türün ayırıcı özelliklerinin ve olanaklarının belirlenmesi;
  3. Yasanın birbirine indirgenemeyen elementlerinin belirlenmesi;
  4. Yasanın birbirine indirgenemeyen elementlerinin özelliklerinin ve bu özelliklerin yasa kapsamında nasıl bir işlev kazandıklarının belirlenmesi;
  5. Yasanın söz konusu cinsin ve türün üyesi sayılabilecek diğer varolanlardan ayrıldığı yönlerin, yasaya özgü özelliklerin belirlenmesi.

Soruşturmanın bu sürecinde, en genel ve dolayısıyla içerikleri bakımından en yalın olandan karmaşık olana doğru bir yol izlenecektir: İlk olarak cins, ikinci olarak tür ve üçüncü olarak elementler incelenecek ve bu incelemelerden çıkarsanmış unsurların ışığında yasanın varlık yapısının, özelliklerinin ve olanaklarının sınırları çizilmeye çalışılacaktır.

2.1.   Yasanın Hangi Cinsten Bir Varolan Olduğunun ve Söz konusu Cinsin Özelliklerinin Belirlenmesi

Yasanın hangi cinsten bir varolan olduğu sorusuna verilebilecek cevap, yani yasanın hangi şekilde varolduğuna ilişkin söylenilebilecek en genel şey, soruşturmamızın en başından itibaren dile gelmektedir. Bu cevap, öylesine bağlıdır ki soruşturmamıza, sorumuzu, ona başvurmaksızın soramayız dahi. Sorumuz, Heidegger’in “Özü soran soru her seferinde, özü sorulan şeyin kendisi karardığında ve [karmaşıklaştığında], aynı zamanda insanın sorulan [şeyle] olan ilişkisi yalpalanmaya başladığında veya tamamen sarsıldığında uyanır”[4] sözlerinde ifade edildiği üzere, özü sormaktadır. Soruşturmamız yasaya ilişkin belirsizliklere ve yasayla ilişkimizdeki sarsıntılara gözlerimizi yumamaz hale gelmemizle başlamıştır. Yasanın hangi cinsten bir varolan olduğu sorusunun cevabının, bu sarsıntıları ve öze yönelen soruları dile getirebilmemiz için bir koşul oluşturması, onun önemini bir kez daha ortaya çıkarır. Soruşturmamızı başlatan sarsıntıyı, yasayla ilişkimizi sarsan olayı hatırlayacak olursak: Bildirge’nin (Yasanın) … aracı olarak kullanılabilmesi ve kullanılması.

Yasanın bir araç olarak varolduğu, cinsi bakımından bir araç olduğu cevabına ayrıca “yasa”nın ne olduğunun söylendiği sözlüklere bakılarak da ulaşılabilir. Örneğin “yasa”nın “Hukukta: Toplumda bireyler arası ilişkileri düzenlemek amacıyla devletçe konmuş yönerge ve kurallar”[5] olduğu söylenmektedir. Bu tanımda bulunan “düzenlemek amacıyla” ifadesi, “… yapmak; -mak/-mek amacıyla” şeklinde soyutlandığında ve söz konusu şeyin insan veya insan toplulukları tarafından konmuş/yerleştirilmiş olduğu göz önünde bulundurulursa bahsedilenin, araç olarak varolduğu açığa çıkacaktır.

Ancak alıntılanan tanımın bir eksiği bulunur: bu tanımda sanki yasalar “konmuş” ve konulduğu gibi bırakılmış, insanın aktif eylemi olmadan işleyebilecek “otomatik” araçlarmış gibi dile getirilir. İşleyebilmesi için gereken insan eylemi bakımından yasalar, belki de çekice daha benzerdir. İnsan onu kullanmadıkça işlemez, işlemedikçe pas tutar. Ancak yasalar, çekiçten farklı olarak fiziksel bir maddeye de sahip değildir. Yasanın diğer araçlardan farklarının açığa çıkarılabilmesi için yasanın ne tür bir araç olduğu ve bu tür içerisindeki özel yerinin belirlenmesi gerekir. Bu belirlemelerin yapılabilmesi için ise önce araçlığı oluşturan “kullanım” ve “amaç” sözcüklerinin genel kavramlarına ulaşılmalı; araç türlerinin ve bu türlerin üyelerinin ayrımı, söz konusu araçların amaçlarının ve kullanımlarının farkından hareketle yapılmalıdır.

2.1.1.         Amaç ve Kullanım

Amaç sözcüğünün iki şekilde kavranması mümkündür. Bunlardan biri kökensel, diğeri ise yüzeyseldir. İkincisine yüzeysel dememiz, kökensel olan sayesinde açığa çıkabilmesinden dolayıdır. Kullanımın da amaç sözcüğünün bu iki kavrayışına eşlik edecek iki tarzından bahsedilebilir. Amaç ve kullanımın, kökensel ve yüzeysel kavramlarına ulaşabilmek adına Heidegger’in Tekniğe İlişkin Soruşturma isimli eserinde geliştirmiş olduğu dört neden öğretisine ilişkin düşünmesine; bu düşünme içerisinde ise özellikle amaç (Lat. causa finalis; Grek. telos) ve fail neden (Lat. causa efficiens; Grek. to kinoun aition) hakkındaki açıklamalara ve bunların açığa-çıkma/çıkarma (Grek. poiesis) ve gizini-açma (Grek. aletheia) ile nasıl bir ilişkide bulunduklarına dair kısımlarına başvuracağız.[6]

Heidegger’in dört neden öğretisine yönelik düşünmesi, araçsallık ve nedensellik arasındaki ilişkinin açığa çıkarılmasıyla başlar. Heidegger’in ifadeleriyle:

Bir araç, kendisiyle bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan şeydir. Kendi sonucu (eser) olarak bir etkiye sahip olan şey, neden diye adlandırılır. Fakat neden, yalnızca kendisi aracılığıyla başka bir şeyin etkilendiği şey değildir. Kullanılan araç türünün kendisine göre belirlendiği amaç da, neden sayılır. Amaçların izlendiği ve araçların kullanıldığı her yerde, araçsallığın hüküm sürdüğü her yerde, nedensellik hakimdir.[7]

Aristoteles’in geliştirmiş olduğu ve yüzyıllardır kullanılagelen dört neden öğretisi şu şekilde sıralanır:

[1] Causa materialis [Lat.] [Grek. Hyle] (maddi neden), örneğin kendisinden bir gümüş kâsenin yapıldığı malzeme, madde;

[2] Causa formalis [Lat.] [Grek. Eidos] (formel neden), maddenin içine girdiği form, şekil;

[3] Causa finalis [Lat.] [Grek. Telos] (ereksel neden), amaç, örneğin gerekli olan kâsenin formuna ve maddesine göre belirlendiği kurban ayini;

[4] Causa efficiens [Lat.] [Grek. to kinoun aiton] (etki neden, fail neden), bu tamamlanmış gerçek kâse olan etkiyi meydana getiren, gümüş ustası[8]

Heidegger’e göre, söz konusu sınıflandırma her ne kadar açık görünse de “neden” ve “nedensellik” karanlıkta kalmaktadır ve dolayısıyla söz konusu dört neden öğretisi de sorunlar barındırır.[9] Çalışmamız açısından, dört neden öğretisinin, nedenselliğin karanlıkta kalmış olduğu durumdaki kavranışı, amaç ve kullanımın yüzeysel kavramına ulaşabilmek için; nedenselliğin karanlıkta kalan kısmının açığa çıkarılması ise amaç ve kullanımın kökensel kavramına ulaşabilmek için gereklidir.

Bu süreçte Heidegger’in düşünme adımlarını tekrarlayıp yolu uzatmak yerine, Heidegger’in bu düşünme aracılığıyla çıkarsamış olduklarını özetleyecek ve kendi soruşturmamıza geri döneceğiz.

Heidegger’e göre, nedenselliğin karanlıkta kalmasına, dolayısıyla dört neden öğretisinin de sorunlar barındırmasına sebep olan şey: “neden”in (Grek. aition), açığa-çıkma/çıkarma (Grek. poiesis) ve gizini-açma (Grek. aletheia) ile ilişkisinin gözden kaçırılmasıdır.[10] Bu söylenenlerin ilişkileri uygun bir şekilde kavrandığı zaman ise şöyle bir manzarayla karşılaşırız:

  1. Neden, “Grekler tarafından aition diye adlandırılır; yani başka bir şeyin kendisine borçlu olduğu şey (das, was ein anderes verschuldet) anlamına gelir”.[11] Borçlu olduğu, mevcut olmasıdır.[12] Borçlu oldukları, yani nedenleri ve birlikte-sorumluları ise, onun henüz mevcut olmayan olmaktan çıkıp da mevcut olmasına vasıl olan şeylerdir.[13]
  2. Henüz mevcut değilken mevcut olmaya geçen her şey için, her vesile poiesistir, açığa-çıkarmadır.[14]
  3. Her açığa-çıkma, gizli olanın açığa çıkması anlamında, aletheiadır.[15]

Dört neden öğretisinin karanlıkta kalan kısımları, özellikle de amaç (telos) ve fail neden (causa efficiens) hakkında olanlar; neden (aitia), açığa-çıkarma (poiesis) ve gizini açmanın (aletheia) ilişkisinin kurulmasıyla aydınlatılır.

  1. Amaç (telos), dört neden öğretisinin geleneksel yorumunda öne çıkarıldığı üzere daha önce tasarlanmış ve ne şekilde kullanılacağı belirlenmiş bir şeyden ibaret değildir. “Sınır çizmek, (bir) şeyin etrafını çevirmektir. Şey, bu sınırlarla durup kalmaz; dahası, bu sınırlardan hareketle o, üretildikten sonra ne olacaksa o olmaya başlar. Etrafı çeviren, tamamlayan şey, bu anlamda Grekçede telos diye adlandırılır ki, bu sözcük çoğu kez 'amaç' veya 'erek' olarak çevrilir ve bu yüzden yanlış anlaşılmış olur. Telos, madde olarak ve görünüm olarak sadaka toplama kâsesinden birlikte-sorumlu olan şeylerden sorumludur”.[16] Amaç (telos), nedensellik hakkında söylenenler ile birlikte düşünüldüğünde şu anlamı kazanır: henüz mevcut olmayan şeyin mevcut olmasını, açığa-çıkmasını ve gizini-açmasını sağlayan, onu çevreleyen sınır. Amacın geleneksel kavranışı; daha önce sınırları çizilmiş, tasarlanmış ve yeniden üretilebilenler ile sınırlı kaldığı için eksik ve yüzeyseldir; henüz mevcut olmayanın mevcut olmasına neden olduğu haliyle amaç geleneksel kavrayışta örtük kalır. Amacın yüzeysel kavranıştaki haliyle neden olabilmesi ise daha önce, henüz mevcut olmayan bir şeyin mevcut olmasına neden olacak şekilde sınır çizmek anlamında telos sayesinde mümkündür.
  2. Heidegger için fail neden (Lat. causa efficiens; Grek. To kinoun aiton), gümüş kâse örneğine bağlı kalarak söylersek eğer, geleneksel kavranışta dile getirilenin aksine, gümüş ustası değildir. Gümüş ustası elbette söz konusu nedensellik içinde bir yer bulmaktadır kendine. Ancak gümüş ustasının neden olma tarzı, gümüşü, kâse yapmak için işlemekten ibaret değildir. “Gümüş ustası dikkatli bir biçimde düşünüp taşınır ve sorumlu ve borçlu olmanın [neden olmanın] yukarıda anılan üç tarzını [hyle, eidos ve telos] bir araya getirir. Dikkatlice düşünüp taşınmak (überiegen), Grekçede legein, logos demektir. Legein, apophainesthai’de, yani görünüşe-çıkma/çıkarmada kök salar. Gümüş ustası, sadaka toplama kâsesinin ortaya çıkmasının ve kendinde kalmasının ilk hareket noktasını kendisinden aldığı ve muhafaza ettiği şey olarak, birlikte-sorumludur. Sorumlu olmanın yukarıda anılan üç tarzı, onların sadaka toplama kâsesinin üretilmesi için görünüşe çıkıp rol oynamalarının neliğinde ve nasıllığında, gümüş ustasının düşünüp taşınmasına borçludurlar”.[17]

Heidegger’in iddiasına göre, Aristoteles’in öğretisi, gümüş ustasının nedensellik içerisindeki bu işlevini tanımamakta ve ona karşılık gelecek bir ad kullanmamaktadır.[18] Öte yandan Heidegger, gümüş ustasının fail neden (causa effeciens/to kinoun aiton) olmadığını söyledikten sonra, fail nedenin, yani hareketi başlatan nedenin ne olduğunu söylememektedir. Ancak onun tüm nedenselliği tanımladığını dile getirir: “Causa efficiens, dört neden arasında yalnızca bu neden, ölçüt olacak şekilde tüm nedenselliği tanımlar. Bu öylesine ileri gider ki, artık causa finalis, ereksellik, nedensellikten bile sayılmaz. Causa, casus, zaman bildiren cadere fiilinden gelir, yani belli bir anda vuku bulmaktan, aynı zamana rastlamaktan gelir ve bir şeyi meydana getiren şeyin aynı zamanda sonucun içinde şöyle şöyle bir tarzda vukua gelmesi demektir”.[19] Burada ortaya çıkan sıkıntı aition, poiesis ve aletheia arasında kurulan ilişkiden doğmaktadır. Zira nedenselliğin yukarıdaki haliyle anlaşılması durumunda, fail neden/hareketi başlatan neden usta ve onun çekiç darbeleri olamaz. Heidegger’in kurmuş olduğu nedensellik ağında, ustanın üstlendiği sorumluluk, ilkin, henüz mevcut olmayanın tasarlanmasıdır ve diğer üç neden (hyle, eidos, telos) ustaya borçludur veya usta diğer üç nedenden sorumludur. Dolayısıyla, eğer causa efficiens harekete geçiren neden ise harekete geçirmesi gereken ilkin ustadır. Causa efficiens, ustanın, gizini-açma (aletheia) ve açığa-çıkarma (poiesis) uğruna henüz mevcut olmayan şeyleri dikkatlice düşünmesini harekete geçirmelidir. Bu türden bir düşünmeyi harekete geçiren causa efficiensin ne olduğu sorusunun cevabı, doğrudan verilmemiş olsa da, Heidegger’in bir başka metninde, Metafizik Nedir?’de bulunur: Hiç’in hiçmesi.[20]

“Hiç kendine doğru çekmez, özünde iticidir. Bu kendinden itme ise, kendi başına batmakta olan bütününde Varolana raydan çıkmaya izin veren bir işarettir. Bütününde Varolana bu tamamıyla itici işaret ediş […] Hiçin özüdür: hiçme.”[21]

Hiç’in hiçmesi ile ifade edilen bu raydan çıkma, öze yönelen soruşturmamızı harekete geçiren sarsılmadır. İnsanın bu sarsıntı içinde salınabiliyor oluşu, Heidegger için büyük bir öneme sahiptir. Öyle ki insana has varolma tarzına işaret etmek için kullanıyor olduğu Dasein için şöyle söylemektedir bu metinde: “[Da-sein] şu anlama gelir: Hiçin içine bırakılma”.[22]

İnsanın hali hazırda mevcut-olanların, tasarlayabiliyor olduğu dünyanın nesnelerinin ve araçlarının, yani varolanların ötesine geçebilmesi (meta-physis) ve henüz anlamıyor, tasarlayamıyor olduğu bir şeyler olduğunu fark edip, “nedir?” ve “niçin?” sorularını sorabilmesi, Dasein’ın Hiçin içine bırakılmış olmasındandır.

Hiç sadece [Dasein]ın temelinde açığa çıktığındandır ki, Varolanın tüm yabancılığı içimizi kaplar. Yalnız Varolanın yabancılığı bizi sıkarsa, hayret onu uyandırır ve kendine çeker. Yalnız hayretin temelinden – yani Hiçin açığa çıkmasından – “niçin?” fışkırır. Yalnız niçin-olarak-niçin mümkün olduğundan, biz nedenlerle ilgili soruları belirli bir tarzda sorabilir ve temellendirebiliriz. Yalnız sorabildiğimiz ve temellendirebildiğimiz için, araştırıcının kaderi Varoluşumuzun eline verilmiştir.

[…] Varolanın ötesine geçmek [Dasein]ın özünde gerçekleşir. Bu öteye geçme ise, metafiziğin ta kendisidir. Metafiziğin ‘insanın doğasına’ ait olması bu anlama gelir.[23]

Böylelikle causa efficiensin, fail nedenin de kökensel kavramına ulaşmış bulunuyoruz: Ustanın, henüz mevut olmayana yönelik dikkatlice düşünmesini harekete geçiren; dikkatlice düşünmesini borçlu olduğu/dikkatlice düşünmesinden sorumlu olan şey Hiçin Hiçmesidir, Sarsıntıdır veya çalışmanın devamında gösterileceği üzere Kriz’dir.

Yukarıda sunulan düşüncelerden hareketle nedenselliğin kökensel ve yüzeysel kavramına ilişkin şunlar söylenilebilir

  1. Kökensel nedensellik: henüz mevut olmayan şeyin mevcut olma sürecine;
  2. Yüzeysel nedensellik: daha önce önce mevcut olan bir şeyin yeniden üretim sürecine karşılık gelir.

Kökensel nedensellik ile yüzeysel nedensellik arasındaki bu fark, neden çeşitlerinin, içerisinde düşünüldükleri nedenselliğe göre farklı kavranılmasına yol açar. Soruşturmamız öze ve kökene yöneldiği için, yasanın araçsallığını soruştururken, yasanın kökensel nedensellik içerisinde kendisine nasıl bir yer bulduğunu açığa çıkarmaya çalışacağız.

Nedenselliğe ve neden türlerine ilişkin başvurmuş olduğumuz düşünmelerin soruşturmamız açısından ilginç bir ortaklığı bulunur. Hem Aristoteles hem de Heidegger, kendileri aracılığıyla bir şeyler yapılan çekiç, santral vb. araçlar üzerine çeşitli metinlerinde kimi ayrımlar yapmış olmalarına rağmen, söz konusu nedensellik içerisinde araçların nasıl bir yere sahip oldukları, diğer neden türleriyle nasıl bir ilişki içerisinde oldukları ve kullanımın çeşitlerine dair detaylı bir çözümleme ve sistemsel bir sınıflandırma sunmamışlardır.

Aristoteles, Metafizik eserinin, nedenin çeşitli anlamlarına ayrılmış kısmında, söz konusu araçlar için şunları söylemekle yetinmiştir: “Bir başka şeyi hareket ettirenle amaç arasındaki her şey; sözgelişi sağlık için zayıflama, arınma, ilaç veya alet-edevat; bunların hepsi aynı amaç uğrunadır, ama bunlar alet-edevat olmak ya da işler olmak bakımından birbirlerinden ayrılırlar”.[24] Araçların nasıl ayrıldığı, diğer neden türleriyle ilişkisi içerisinde açığa çıkarılmamıştır.

Heidegger ise yukarıda alıntılanan “Bir araç, kendisiyle bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan şeydir. Kendi sonucu (eser) olarak bir etkiye sahip olan şey, neden diye adlandırılır” ifadeleriyle nedenselliğe ilişkin soruşturmaya girişmişse bile bu soruşturmayı, aracın, nedensellik içerisindeki yerini tayin etmeden modern tekniğe ilişkin soruşturmasını sürdürür.

Bizler de aracın ve kullanımın nedensellik içerisinde nasıl bir yere sahip olduğuna ilişkin detaylı bir sınıflandırma sunmayacağız. Böylesi bir çalışma kendi başına bir makale konusu olacaktır. Bunun yerine yasanın araç olmak bakımından nedensellik içerisinde nasıl bir yere sahip olduğunu, neden türleri ile nasıl bir ilişki içerisinde bulunduğunu ve ne tarzda kullanıldığını; bunlar sayesinde ise yasanın ne tür bir araç olduğunu belirlemekle yetineceğiz. Başka araç ve kullanım türlerinden yalnızca yasanın hangi türden bir araç olduğunun daha iyi belirlenmesine hizmet ettikleri ölçüsünde bahsedeceğiz.

2.2.   Yasanın Hangi Türden Bir Araç Olduğunun ve Söz konusu Türün Özelliklerinin Belirlenmesi

2.2.1.        Yasanın Hangi Türden Bir Araç Olduğunun Belirlenmesi

Yasa, eğer bir araç ise ve araç olması sebebiyle ilkin kökensel nedensellik içerisinde yer alması gerekiyorsa; yasanın, daha önce mevcut olmayan bir şeyin artık mevcut olmasından bir şekilde sorumlu olması gerekir. Yasanın hangi türden bir araç olduğunu belirleyebilmek için şu iki sorunun cevaplanması gerekir:

  1. Yasanın, daha önce mevcut olmayıp da artık mevcut olmasından sorumlu olduğu şey nedir?
  2. Yasa, bu şeyin mevcut olmasından ne şekilde sorumludur?

Bu iki soruya cevap verebilmek adına yasanın genel tanımına tekrardan başvuracağız:

Yasanın “Hukukta: Toplumda bireyler arası ilişkileri düzenlemek amacıyla devletçe konmuş yönerge ve kurallar”[25] olduğu söylenmekteydi. Söz konusu tanım, yalnızca bireyler arası ilişkilerden bahsedildiği, bireylerin hayvanlarla, bitkilerle ve doğayla kurduğu ilişkilerden bahsedilmediği için açıkça yanlıştır. Ancak yine de yasanın neyin mevcut olmasından, ne şekilde sorumlu olduğu sorularına cevap vermemize yardımcı olacak unsurları barındırır.

Tanımda dile getirilen amaç sözcüğü, nedensellik tartışmasında açığa çıkardığımız üzere, amaç kavramının yüzeysel kavranışına göre kullanılmıştır. Bu ifadeye nedenselliğin kökensel kavranışını göz önünde bulundurarak baktığımızda şunu görürüz: yasanın kullanılma amacı olduğu söylenen şey, yasanın mevcut olmasından sorumlu olduğu şeydir.

Yasanın mevcut olmasından sorumlu olduğu şey/yasaya mevcut olmasını borçlu olan şey, insanın diğer varolanlarla ilişkilerinin düzenidir.

Yasanın, mevcut olmasından sorumlu olduğu şeyin düzen olduğunun belirlenmesinin ardından, ikinci sorumuzu belirli bir tarzda sorabiliriz: Yasa, düzenin oluşmasından ne şekilde sorumludur? Bu soruya cevap verebilmek için “düzen” sözüyle ifade edilenin açıklanması bizlere yardımcı olacaktır. İnsanın diğer varolanlarla ilişkisin düzenlenmesi şu anlamlara gelir:

  1. İnsanın diğer varolanlarla ilişkisinde yapması/gözetmesi gerekenlerin belirlenmesi.
  2. İnsanın diğer varolanlarla ilişkisinde yapmaması gerekenlerin belirlenmesi.
  3. İnsanın diğer varolanlarla ilişkisinde yapabileceklerinin belirlenmesi.

Yukarıda betimlenen ve belirlenmeleriyle düzeni oluşturan unsurlar, kavramlar ile karşılanırsa eğer, bunlardan ilki yasa, ikincisi yasak-olan, üçüncüsü ise yasal-olan olacaktır. Bu unsurların ilki olan yasa, düzenin ve düzenin diğer unsurlarının oluşması bakımından önceliğe sahiptir. Zira yasa, yasal-olan ile yasak-olanın ayırt edilmesini, eylemlerin değerlendirilmesini mümkün kılan sınırdır. Nedenselliğin kökensel yorumunda dile geldiği haliyle telostur. Bir eylemin yasal ya da yasak oluşunun nesnel bir biçimde belirlenebilmesi için, yasa ile nasıl bir ilişki içerisinde olduğunun gösterilmesi gerekir. Bir eylemin yapılmaması gerektiğine veya yapılabilir olduğuna ilişkin iddialar, eğer yasa ile ilişkileri açıkça ortaya konmamış ise, bir kanı olmaktan öteye geçemezler. Yasa ile ilişkisi ortaya konulmaksızın, nedensizce, bir eylemin gerçekleştirilmesinin kötülenmesi ve hatta engellenmesi, söz konusu olanın “yasak” değil, temelsiz bir tabu olduğunu gösterir.

Yasa, yasal-olan ile yasak-olanın mevcut olmasından sorumludur. Yasa olmaksızın, yasal-olan da yasak-olan da yoktur; temelsiz kanaatler ve tabular vardır. Dolayısıyla, yasa olmaksızın, düzen de yoktur.

Yasanın düzen kurucu ve böylelikle ayırt etmeyi, değerlendirmeyi ve nesnelliği sağlayan bu işlevi, onu ne tür bir araç olduğunu belirlememizi sağlar. Bu türe biz kriter diyeceğiz. Araçların bu türünün kavramlaştırmak için Türkçe “ölçüt” sözcüğü yerine Grekçe “kriter” sözcüğünü tercih etmemiz sunduğu dilsel olanaklardan kaynaklanıyor. Grekçe “kriter” sözcüğünün, “kritik” ve “kriz” sözcükleri ile aynı kökü paylaşıyor olması sebebiyle bu sözcüğü tercih ediyoruz. Zira Türkçede “kriter” sözcüğünü karşılamak için “ölçüt”, “kritik” sözcüğünü karşılamak için ise “ölçme” gibi aynı kökten türetilmiş sözcükler bulunsa da “kriz” sözcüğünü karşılayacak ve “ölçüt” ile aynı kökten türetilmiş bir sözcük bulunmuyor. Aynı sorun “elek” ve “eleştiri”; “değer” ve “değerlendirme” sözcükleri için de geçerli. Kriz sözcüğünü Türkçede karşılamak için kullanılan “bunalım” ve “buhran” gibi sözcükler ise bu etimolojik ve anlamsal bağlantıyı göstermiyor.

Yasanın hangi türden bir araç olduğunun belirlenmesiyle birlikte, soruşturmamızın sıradaki adımı bu türün, yani kriterin, yapısının ve özelliklerinin belirlenmesi olacaktır. Zira yasa, eğer bir çeşit kriter ise, kriterin genel özelliklerini taşımak zorundadır.

2.2.2.        Kriterin Yapısı ve Özellikleri

Kriterin yapısına ilişkin yapılan çözümleme sürecinde, kritik ve kriz göz önünde bulundurulmalıdır. Zira kriter, kritik ve kriz birlikte-anlamlı kavramlardır. Bunlardan birinin anlamının açığa çıkarılabilmesi için, hepsinin birden anlamlarının açığa çıkarılması gerekir.  Kriter’in özellikleri denilenler, kriterin, kritik ve kriz ile ilişkisinde kazandığı işlevlerdir. Bu anlamların açığa çıkarılabilmesi için dolaşık bir biçimde düşünmemiz gerekir. Yani, birinin anlamının açığa çıkarılmasıyla, diğerine ilişkin yeni anlamlar açığa çıkarılabilecektir. Dolayısıyla söz konusu kavramlar arasında, bir ileri bir geri dolaşmamız gerekir. Bu dolaşmaya başlarken söz konusu kavramların etimolojik kökü ve genel tanımlarını göz önünde bulundurmak bizlere yardımcı olacaktır.

Bu kavramların etimolojik kökeni olan krino fiili; ayırmak, seçmek, yargıda bulunmak ve karar vermek anlamlarına gelir. Kriter, yani kriterion, söz konusu fiile, o fiilin aracı anlamını katan, -ion son ekiyle türetilmiştir. Kriter: ayırma, seçme, yargıda bulunma, karar verme aracıdır. Kritik, yani kritike, fiile, -ikos ve -e son ekinin eklenmesiyle oluşturulmuştur. -ikos, “ile ilgili, ait” anlamlarına gelir (bu fiili gerçekleştirme becerisine sahip olan kişi anlamına gelen kritikos sözcüğü bu şekilde oluşturulmuştur); -e eki ise söz konusu fiile sanat, disiplin veya beceri anlamını katar. Kritik: ayırma, seçme, yargıda bulunma ve karar verme sanatıdır. Kriz, yani krisis, fiile, süreç anlamını katan -sis son ekiyle türetilmiştir. Kriz: ayırma/ayrılma, seçme/seçikleşme ve karar verme sürecidir.

Kriz sözcüğünün yukarıda belirtilmiş anlamı çoğunlukla örtük kalmaktadır. Bu örtüklükte sözcüğün etimolojik kökleri düşünülmeksizin yapılmış çevirilerin büyük payı vardır. Bu çeviriler, krizin bir yönünü görünür kılmakta fakat yukarıda bahsedilen anlamının örtük kalmasına sebep olmaktadır. Türkçede kriz sözcüğünü karşılamak için bunalım, çıkmaz, felaket gibi sözcükler kullanılmaktadır. Bu sözcükler, bir süreç olan krize ilişkin bir anlamı öne çıkarıyor, diğerini ise örtür. Öne çıkardıkları anlam, özellikle “çıkmaz” sözcüğünde görülebileceği üzere, seçeneklerin ayırt edilemiyor oluşudur. Çıkmazda olmak, gidecek bir yeri olmamaktır. Dahası, çıkmazda, yalnızca bir yolun olduğu durumdaki gibi gidecek “başka” yeri yok değildir insanın; gidecek “hiçbir” yeri yoktur. Ancak krizler olduğu gibi, o krizlerin sona ermesi de var ise, kriz esnasında ayırt edilemiyor olanın, bir vakit ayırt edilebileceği söylenmelidir. Yani kriz sürecinde ayırt edilemiyor olan, ayırt edilemez değildir, henüz ayırt edilemiyordur. Bunları göz önünde bulundurarak krizin kök anlamını şu şekilde seçikleştirebiliriz: Kriz, henüz ayırt edilemiyor olanın, ayırt edilebilir hale gelme sürecidir. Kriz sözcüğünün yaygın Türkçe çevirileri yalnızca kriz sürecindeki ayırt edememe halini ön plana çıkardıkları için eksiktirler ve yanlış anlamalara yol açarlar.

Kriz kavramına ilişkin ulaştığımız noktadan bakıldığında, kritik ve kriter kavramlarını seçikleştirme imkânı buluruz. Bir şeylerin, henüz ayırt edilemiyor olmaları iki şeyden kaynaklanabilir: ya halihazırda kullandığımız kriterler ilişkide olduğumuz şeyi ayırt etmek için elverişli değildir ya da bu kriterleri kullanma biçimimiz, ayırt etme sanatımız, yani uyguladığımız kritik, ilişkide olduğumuz şeyi ayırt etmek için elverişli değildir. Daha önce ayırt edilemiyor olanın ayırt edilebilir hale gelmesi ise yeni bir kriterin veya yeni bir kritiğin icat edilmesiyle mümkündür. Yani kriz, henüz ayırt edilemiyor olanın, ayırt edilebilir hale gelmesi sürecinde yeni bir kritiğin veya kriterin oluşum sürecidir.

Kriz deneyiminin olanaklı olması ve insanın bir krizi deneyimlemeye başlayabilmesi, insanın, Dasein’ın hiç içine bırakılmış olmasındandır. İnsan, henüz ayırt edemiyor olduğu bir şeylerin olduğunu ayırt edebildiği için sorular sorabilmektedir. Krizin sona ermesi ise insanın kriterler ve kritikler icat edebiliyor olmasındandır. Böylelikle insan, daha önce ayırt edemiyor olduklarını, ayırt edebilir hale gelir. Bu durumun insanın varlık yapısı açısından önemi Nietzsche’nin şu sözlerinde açığa çıkar: “‘insan’ [Mensch] sözcüğü ‘ölçen’ anlamına gelir, insan kendini en büyük keşfine göre  a d l a n d ı r m a k  istemiştir!”[26] Kendilerini adlandırma şekillerine bakılırsa, insanlar, bir zamanlar veya hala bir şeyleri ölçemiyor ve ayırt edemiyor olduklarını unutmuş gibi görünürler!

Krizin, henüz ayırt edilemiyor olan bir şeylerin olduğunun ayırt edilmesi ile başlayan ve yeni bir kriterin veya kritiğin icat edilmesiyle tamamlanan bir süreç olduğu ortaya çıkarılmış bulunuyor. Fakat kriterin ve kritiğin özellikleri belirlenmediği için, bunların oluşumunun da ne demek olduğu henüz aydınlatılmış değildir. Bu yönlerin aydınlatılması için kriterin ve kritiğin işler hallerine bakmamız; bunun için ise bir örneklere başvurmamız gerekiyor.

Basit bir örnekten başlamak adına, fiziksel bir kritikten ve kriterden bahsedeceğiz öncelikle. Zira bu sözlerin fiziksel olmayan alanlarda kullanılması da onların fiziksel anlamının metaforlaştırılmasıyla/öteye taşınmasıyla gerçekleşir.

Örneğin, bir şeyin sağda ya da solda olduğunun ayırt edilmesini (krino) düşünmeye çalışalım. Öncelikle bu ayrımı yapan bir kişi (kritikos) olmalıdır. Peki bir kişinin bakışı, bu ayrımı yapmaya yeterli midir? Hayır. Bir kişinin bakışı, yalnızca, bir şeyin önünde olup olmadığını ayırt edebilmesini sağlar. Bunu sağlaması ise insanın, gözünün bulunduğu yönünün, “ön” olduğunun varsayılmasıyla mümkündür. Bir şeyin sağda ya da solda olduğunun ayırt edilebilmesi için, ayırt eden kişinin, en az üç kritere ihtiyacı vardır. Bu durumda kişi, ancak önünde olan iki şeyin, birbirleri ile ilişkisinde sağda ya da solda olduklarını söyleyebilir. Örneğin, önümde duran kitap, kahvenin solunda; kahve ise kitabın sağındadır. Bu yargıları ve kritiği mümkün kılan; birincisinde “kahve”nin ve kişinin bakışının kriter sayılması, ikincisinde kitabın ve kişinin bakışının kriter sayılmasıdır. Bir fenomenin kriter sayılmasıyla, başka bir fenomenin ancak bu kriter sayılan fenomen ile ilişkisine dair, oldukça sınırlı bir yönüne dair yargıda bulunabilir. Bir kriter, bir fenomeni kuşatamaz; bir fenomen, belirli bir kriterle ilişkisini aşar.  

Konuma ilişkin ayrım yapmanın insanın bakışının kriter sayılmadığı başka kritikler de mümkündür. Bu durumun basit bir örneğini, bir yere nasıl gidileceğini tarif ederken veririz. Örneğin, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Bomontiada binasının, Silahşör Caddesi tarafındaki yüzeyinin karşısında ve Anadolubank ATM’lerinin bulunduğu binanın, ATM’lerin bulunduğu yüzeyinin sağındadır. Bu örnekte kriterlerin sayısı dörde çıkmıştır. Zira insanın bakışı tek yönlüdür, bir binanın ise yüzeyi kadar yönü bulunmaktadır (düzgün çokgen olduğunu varsayarsak). Dolayısıyla bir şeyin, binanın sağında olduğunu söylemek tek başına yetersizdir. Eğer birine bu şekilde konum tarif edersek, bu boşluğu doldurmak ve binaya yön atfetmek adına yorum yapması gerekecektir. Bu yorumlama esnasında kimileri, binanın kapısının bulunduğu yüzeyini binanın önü sayarken, kimileri ise o binanın yanından en çok geçtiği cadde tarafındaki yüzeyini binanın önü sayabilecektir. Bu karışıklıktan kaçınmak üzere hem binalar kriter haline gelmiştir hem de binaların yönünü ayırt etmeyi sağlayacak cadde ve ATM.

Yukarıdaki örneklerden hareketle kritik ve kriter hakkında şu çıkarımları yapabiliriz: Kritik, bir şeylerin, sabit sayılarak kriter haline getirilmiş başka şeylerle ilişkisinin kurulması yoluyla ayrım yapmaktır. Kritiğin sabit sayılan kriterlere dayandırılması, nesnelliği; aktarılabilir, tekrarlanabilir ve tutarlı ayrımlar yapmayı sağlar. Nesne, kriter ile ilişkiye sokulan varolandır. Nesnellik, aynı nesneye ilişkin ayrım yapmak için aynı kritere, aynı şekilde başvurulduğu durumda, aynı sonucun elde edilmesidir. Ancak bazen, aynı şey kriter sayılmasına rağmen tutarsızlıklar, krizler açığa çıkabilmektedir. Bunun iki nedeni olabilir: söz konusu varolan, kriterimizle ilişkisini kurmamızı olanaksız kılan unsurlar taşıyor olabilir; “aynı” saydığımız varolan, “aynı” kalmıyor olabilir. Hangi nedenle olursa olsun, böylesi bir durumda gerekli olan, yeni ve daha hassas bir kriter icat etmektir. Böylesi bir durum, yani kriz, kriterlerimizi ve kritiğimizi; değerlerimizi ve değerlendirme sistemlerimizi sorunsal hale getirir ve onlar üzerine düşünmemizi gerektirir.

Söz konusu tutarsızlıkların ortaya çıkmasının iki tarzı da kriterin yapısından kaynaklanır. Kriterin söz konusu yapısal özelliklerini çıkarsamak üzere, kriterin, bir zamanlar nesnelliği sağlarken, artık sağlamıyor olduğu bir örneğe bakacağız.

Varolanların boyutlarının ölçülebilmesi için, bir varolanın uzunluğunun sabit sayılması, yani kriterleştirilmesi yoluyla “metre”nin tanımlanması gerekir. Fransız Ulusal Meclisi 10 Aralık 1799 tarihinde, metreyi tanımlamak üzere sabit saydığı varolan, bir platin çubuktur.[27] Bir metrenin uzunluğunun ne kadar olduğu sorusu ile herhangi bir varolanın uzunluğunun ne kadar olduğu soruları başka türden sorulardır, dolayısıyla onlara verilecek cevap ile bu cevabı verme tarzı da başka türdendir.

Bu sorulardan ilki, kritere ilişkin olanı, metafizik; ikincisi, nesneye ilişkin olanı, fizik bir sorudur. Türkçede “Fizik” olarak kullandığımız sözcüğünün Grekçesi “physika”dır. Physika, Türkçede “Doğa” sözcüğü ile karşılanan, Grekçe physis sözcüğüne, “ilgili” anlamını veren -ikos son ekinin çoğul hali olan -ika son ekinin eklenmesiyle oluşturulmuştur. Bu haliyle açıklandığında “fizik”, “doğa ile ilgili şeyler” şeklinde açıklanabilecektir. Ancak bu türden bir açıklama, “physis” sözcüğünün “doğa” sözcüğü ile karşılanmasından dolayı örtüklükler barındırır. Physis, phyo fiiline, süreç anlamını katan -sis son ekinin eklenmesiyle oluşturulmuştur. Phyo ise, “büyümek, gelişmek, doğmak” demektir. Dolayısıyla physis, bir şeylerin büyüme, gelişme, doğma veya oluşma süreçlerine işaret eder. Physika ise bu oluşumun, nasıl gerçekleştiğini ayırt etme işidir. Metafizik, yani Metaphysika ise iki şekilde anlaşılabilir: metaphysis’e -ikos eklenmiş olabilir; physika’ya meta- eklenmiş olabilir. “Meta-”, “öte anlamına gelir. İlk durumda metaphysika, metaphysis ile ilgili olan bilim anlamına, yani oluşun ötesinde olanlara ilişkin bilim anlamına gelecektir. İkinci durumda ise metaphysika, physika’nın ötesinde olanlar, yani oluşumla ilgili bilimin ötesinde olanlar anlamına gelecektir. Bu anlamların ikisi birbiriyle çatışmaz, aynı şeye işaret ederler. İşaret edilen bu şey, Metafizik sözcüğünün yaygın kullanımında işaret edilen doğa-üstü, aslında mevcut olmayan şey değildir. Metafizik, oluşumun ötesinde “olanlarla” (bu “olma”nın öteye-taşınma/öteye-yerleştirme anlamında metafor aracılığıyla mümkün olduğu aşağıda açığa çıkarılacaktır), yani sabitlerle, kriterlerle ilgili bilimdir; oluşumun ötesinde olanlar ise oluşumla ilgili bilimin, fiziğin ötesindedir; oluşumla ilgili bilim aracılığıyla, oluşumun ötesinde olanlarla ilgili ayrım yapılamaz; dahası bir bilim olarak fizik, metafizik sayesinde olanaklıdır.

Örneğimize geri dönecek olursak; bir metrenin (metre sözcüğünün Grekçe karşılığı olan metron, “ölçü” anlamına gelir) uzunluğunun ne kadar olduğu sorusu, kritere, yani sabit olana, yani oluşumun ötesinde olana yöneldiği için metafizik bir sorudur. Oluşa dahil olan şeylerin, nasıl olduklarına yönelik olan fizik sorusunun sorulabilmesi de cevaplanabilmesi de metafizik olan sayesinde olanaklıdır. Herhangi bir varolanın uzunluğunun ne kadar olduğu sorusu, söz konusu edilen varolanın, söz konusu kriterin uzunluğuna oranını sormaktadır.

Fizik sorusununun cevabına ve bu cevabı verme tarzına ilişkin bir belirleme yapmış olsak da bu türden soruların sorulabilmesi ve cevaplanabilmesi metafizik sorunun cevaplanmasına bağlı olduğu ve henüz metafizik soruların cevaplanma tarzı belirlenmediği için belirlemelerimiz eksik kalmaktadır.

Metafizik sorunun sorulabilme koşulu, daha önce açıkladığımız üzere, Hiçin içine bırakılmış olmaktır, henüz ayırt edilemiyor olan bir şeylerin olduğunun ayırt edilmesidir. Böylelikle kriz, yani henüz ayırt edilemiyor olanın, ayırt edilebilir hale gelme süreci başlar. Bu süreç metafizik sorunun cevaplanmasıyla tamamlanır, yani metafizik sorunun cevaplanması, daha önce ayırt edilemiyor olanın, artık ayırt edilebiliyor olmasını sağlar.

Metafizik soruların cevaplanma tarzı, deneye ve hesaplamaya dayalı olamaz. Zira bu türden soruların cevabı olan kriterler deneyi ve hesaplamayı olanaklı kılar. Metafizik sorular cevaplanmadığı sürece ne deney ne de hesap yoktur. Metafizik soruların cevaplanma tarzının ne olduğu metreye ilişkin örneğimizde görülebilir. Söz konusu platin çubuğun 1 metre olduğu, ölçülerek bulunmuş değildir. Tam tersine metre, platin çubuk kriterleştirilerek tanımlanmıştır. Platin çubuğun 1 metre oluşu, “1 metre” o platin çubuk uzunluğunda olduğu içindir, tersi değil. Platin çubuğun kriter olduğu kritik içerisinde bu durum başka hiçbir şey için geçerli değildir. Geri kalanlar, metre ile oranlarına göre ya 1 metredir ya da değildir.

Metafizik soruların cevaplanabilmesi sürecinde kriterleştirmeden bahsediyoruz, zira o platin çubuk daha öncesinde kriter olarak var değildi, ancak yine de varolmaktaydı. Kriterleştirme, bir varolanın, oluşun ötesine taşınmasıdır, yani metafordur. Metafizik sorulara cevap olacak kriterler, varolanların metaforu/öteye taşınması yoluyla var-olurlar. Bir varolanın kriter olarak var-olmasını sağlayacak şekilde öteye taşınması, hesaba dayalı olamayacağı daha önce gösterilmişti. Bu sebeple hangi varolanın, kriter olarak var-olmasının sağlanacağı, hesaba dayalı olmayan bir karar vermeyi gerektirir. Bir varolanın, kriter olarak var-olmasının karar vermek ile gerçekleşmesi, kriz kavramının “karar verme” anlamını açığa çıkarır. Henüz ayırt edilemiyor olanın, ayırt edilebilir hale gelme süreci, bir varolanın kriter olarak var-olmasını sağlayacak karar ile tamamlanır.

Yukarıda, kritiğe ilişkin tutarsızlıkların iki tarzından bahsedilmiş ve bunların ortaya çıkmasının kriterin yapısından kaynaklandığı söylemiştik. Tutarsızlıkların iki tarzı şunlardı: söz konusu varolan, kriterimizle ilişkisini kurmamızı olanaksız kılan unsurlar taşıyor olabilir; “aynı” saydığımız varolan, “aynı” kalmıyor olabilir. Bu tutarsızlıklardan ilki, kriterin hesaba dayalı olmayan bir karar ile var-olmasından; ikincisi kriterin, mümkün kıldığı kritik çerçevesinde belirlenemez oluşundan kaynaklanır. Kriterin söz konusu özelliklerinin seçikleştirilmesi ve tutarsızlıklara ne şekilde neden olduklarının belirlenebilmesi için şimdi tekrardan metre ile ilgili örneğimize geri döneceğiz.

Örneğimizde, metre, o-platin çubuk uzunluğunda sayılmıştı. Böylelikle o-platin çubuk varolan olmaktan çıkıp, kriter olarak var-olmaya başlamıştı. Dolayısıyla, yukarıda da söylediğimiz üzere, Platin çubuğun 1 metre oluşu, “1 metre” o-platin çubuk uzunluğunda olduğu için öyleydi, tersi değil. Bu demek oluyor ki o-platin çubuk hep 1 metre olmak zorundadır ve onun 1 metre olması ölçüme, kritiğe dayalı değildir. Dolayısıyla metrenin, o-platin çubuk uzunluğunda olduğuna karar verilmesiyle, kritik, yani varolanlara ilişkin nesnel yargılarda bulunmak mümkün olur, fakat bu nesnelliğin bedeli olarak, o-platin çubuk nesneselliğini yitirir ve nesnel bir yargının konusu olmaktan çıkar. O-platin çubuk, kriter olarak var-oldukça, bilinemez.

Bu durum, metre açısından şöyle bir tutarsızlığın doğmasına yol açar. 1 metre, her yerde o-platin çubuk uzunluğunda sayılmasına rağmen, birinin Ekvator’da ölçüp de 1 metre olduğunu söylediği varolan, Antartika’da ölçüldüğünde 1 metreden kısa olacaktır. Zira o-platin çubuk, genleşmektedir. Fakat o-platin çubuk ölçüm yapmamızı sağlayan kriter olduğu için, genleşse dahi, 1 metre, o-platin çubuk olmayı sürdürecek, dolayısıyla o-platin çubuk da 1 metre olmayı sürdürecektir. Bu türden bir sorun yaşanıp da 1 metre olduğu söylenen varolanın bir metreden kısa olduğunu göstermek için Ekvador’dan Antartika’ya giden kişi, bu ölçümü Ekvador’da yaptığında görecektir ki o şey 1 metredir. Ekvador’a geri dönüp ölçtüğünde ise yeniden 1 metreden daha kısa olacaktır. Zira 1 metre, o-platin çubuk uzunluğunda tanımlandığı için Antartika’daki “1 metre”, Ekvador’daki “1 metre”den kısa olacaktır.

Bu tutarsızlığın fark edilmesiyle, kriterin yenilenmesi gerekir. Ya bu türden bir değişikliğe tabi olmayan bir varolan bulunmalıdır, ya da uzunluğun kriteri olacak şeyin ne olduğuna karar verilirken, sıcaklığın da bir kriter haline gelmesi gerekir.  Görülebileceği üzere, bir kriterin, mümkün kıldığı kritik içerisinde değerlendirilemez olmasından dolayı yol açtığı tutarsızlık, ancak başka bir kriterin nesnesi olduğu durumda açıklanabilir.

Kriterleştirme sürecinde, başka şeylerin kriter haline geliyor oluşu, bu konuda bir anlamıyla hesap etmenin rol oynadığını gösterse de bu durum, kriterleştirmenin karara dayalı yapısını değiştirmez. Zira ilgili tutarsızlığa yol açmayabileceği hesap edilen pek çok varolandan birisinin kriter olmasına karar verilecektir. Kriter olmasına karar verilen bu varolanın nasıl bir kritiğe ve tutarsızlıklara yol açacağı, ancak o varolan kriter olarak var-olmaya başladıktan sonra açığa çıkabilecektir.

Kriterleştirme sürecinde başka kriterlere başvurulması yalnızca hangi tutarsızlıkların çıkmayacağını hesap etmeyi sağlar; hangi tutarsızlıkların çıkacağını değil. O tutarsızlıklar, açığa açıktıkları zamana kadar, henüz hesap edilemez olarak kalacaktır. Ancak bu duruma şu şekilde de bakılabilir: krizler söz konusu oldukça, hesaba katmadığımız bir şeyler olduğunu anlar ve kriterlerimizi hassaslaştırma olanağı buluruz. Tutarsızlıkları belirleyebilmek için ise – bu belirleme ancak tutarsızlıkların açığa çıktığı kritiği mümkün kılan kriter, başka bir kritiğin nesnesi olarak ele alınarak yapılabildiği için –  kriterlerimizi başka kriterlerin nesnesi olarak ele almalı ve yeniden değerlendirmeliyiz. Kriterlerimizi yeniden değerlendirdiğimiz sürece, krizlerin açığa çıkması, daha hassas kriterlere ulaşmamızı sağlar.

Kriter hakkında daha pek çok şey söylenebilecekse de bu kadarı soruşturmamıza devam edebilmemiz için yeterlidir. Kriterin yapısına ilişkin örnekler aracılığıyla açığa çıkardığımız özellikler şu şekilde özetlenebilir:

  1. Kriter, öteye-taşıma/metafor ile var-olur.
  2. Bir kriter, birden çok kriterin bir araya getirilmesiyle oluşturulabilir.
  3. Kriter, kritiği/ayırt etmeyi mümkün kılar.
  4. Kriter, ayırt etmeyi sağladığı fenomenin belirli bir yönünü aydınlatır. Fenomeni bütünüyle kuşatamaz.
  5. Kriter, mümkün kıldığı kritik düzleminde değerlendirilemez.
  6. Kriter-olarak-kriter bilme konusu değildir.
  7. Bir kritere ilişkin bilgi ancak o kriter başka bir kritiğin nesnesi olarak değerlendirildiğinde mümkündür.
  8. Bir kriterin yol açtığı tutarsızlıklar ancak başka bir kritik düzleminde belirlenebilir.

Yasa eğer bir tür kriter ise yukarıda sıralanan özellikleri taşımalıdır.

Bildirge’nin, Bildirgede söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasının neliğini ve kullanılmasının olanak koşullarını tespit edebilmek üzere yasanın varlık yapısını yönelik başlattığımız bu soruşturmanın tamamlanması için atmamız gereken son bir adım kaldı: yasanın birbirine indirgenemeyen elementlerinin belirlenmesi.

2.3 Yasanın Birbirine İndirgenemeyen Elementleri

Bir kriter olarak yasanın, hangi kriterlerin belirli bir tarzda bir araya getirilerek oluşturulduğunu açığa çıkarabilmek için yasanın işler haline bakmamız gerekir.

Yasa, insanın diğer varolanlarla ilişkisinde yapması/gözetmesi gerekenlere karar verilmesi aracılığıyla kriter-olur ve yasal-yasak ayrımını ortaya çıkarır. Yasanın birbirine indirgenemeyen elementlerine yönelik soru, bu karar verilirken başvurulan başka türden kriterleri sorar. İnsanın diğer varolanlarla ilişki kurma biçimi, dünyada varolma tarzı, Grekçe ethostur. Yasalar, ethos ile ilgili, yani ethike düzlemde nesnel ayrımlar yapabilmeyi mümkün kılan metaethike kriterlerlerdir. Fizik ile metafizik arasındaki ilişki, etik ile metaetik arasındaki ilişki ile aynı türdendir. Metafizik türden bir kriter oluşturulurken bir varolanın physisin ötesine taşınması gibi, metaetik türden bir kriter oluşturulurken bir varolma tarzı ethosun ötesine taşınmaktadır. Yasanın metaetik karakterinin ortaya çıkmasıyla, elementlere yönelik sorumuzu biraz daha belirli olarak yeniden sorabiliriz: bir ethosun, öteye taşınmasına ve metaetik bir kriter olmasına karar verilirken göz önünde bulundurulanlar nelerdir?

Bu elementleri kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. İlişkide olan, birbirinden etkilenen şeylerin ve birbirini etkileme biçimlerinin ne olduğunu belirlemeyi sağlayan ontolojik kriterler. (Sözcükler, kavramlar, tanımlar)
  2. Bir eylemin nasıl bir etkiye sahip olduğuna ilişkin bilgi ve bu bilgilerin dayandığı metafizik kriterler.
  3. Neliği ve nasıllığı belirlenmiş bir eylemin fiziksel etkisinin yaşamsal anlamı ve bunların belirlenmesini sağlayan noolojik[28] kriterler, yani değerler. (Onur, özgürlük, eşitlik, adalet, eğitim; doğa, insan; bütünlük, sağlık, eğitim, barınma, beslenme)

Bu üç tür kriter arasında ve yasanın bu kriterlerle arasında kapsayarak aşma ilişkisi bulunur. Ontolojik ayrımlar, metafizik düzlemde kapsanarak aşılır; metafizik ayrımlar noolojik düzlemde kapsanarak aşılır; noolojik ayrımlar ise metaetik düzlemde kapsanarak aşılır. Kapsayarak aşma şu anlama gelir: ontolojik ayrımlar, metafizik kriterlerin elementleridir; metafizik ve onun elementleri olarak ontolojik ayrımlar noolojik kriterlerin elementleridir; noolojik, metafizik ve ontolojik ayrımlar ise metaetik kriterler olan yasaların elementleridir. Yasalar: neyin, nasıl bir fiziksel ve anlamsal etkiye sahip olduğuna ilişkin ayrımlara dayanarak, bu etkilerden hangilerinin yasal, hangilerinin yasak olacağının koşullarını ve bağlamlarını belirler.

Örneğin, “bir insanın bir başka insanı öldürmesi” şeklinde betimlenebilecek fiziksel bir eylem; öldürenin ve öldürülenin “kim” olarak tanımlandığı ve bu “öldürme”nin hangi değerleri nasıl etkilediği ve bu değerlerden hangilerinin toplumsal yaşamda önceliğe sahip olduğuna ilişkin kriterlere göre değerlendirildiğinde yasak ya da yasal sayılabilmektedir.


 

3. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılmasının Neliğinin ve Kullanılabilmesinin Olanak Koşullarının Tespit Edilmesi

Yasanın varlık yapısının genel hatlarının çizilmesi; cinsinin, türünün ve elementlerinin belirlenmesiyle birlikte bizleri yasa üzerine düşünmeye iten tutarsızlıkları tespit edebileceğimiz bir zemine ulaşmış bulunuyoruz. Girişte, bu sorunun ortaya çıkmasının kaçınılmaz olmasına sebep olan temel çelişki şu şekilde açığa çıkmıştı: birlikte-olanaksız-istemelerin “hak” sayılması. Böyle şeylerin hak sayılması tıpkı, platin çubuk kriter sayılarak Antartika’da ölçülmüş olan nesne ile Ekvador’da ölçülmüş nesnelerin yan yana getirilmesine ve aralarında bir karış uzunluk farkı olmasına rağmen, onların aynı uzunlukta olduğunu söylemek gibidir. Dolayısıyla – tıpkı tutarsızlıkların ortadan kalkması için metrenin kriterleşme sürecine sıcaklığın da bir kriter olarak dahil olması gibi – yasalarımız, birlikte-olanaksız-istemelerin “hak” sayılmasına olanak tanımayacak şekilde yenilenmelidir. Yasaların bu şekilde yenilenmesi incelik gerektirir. Zira bu çelişkinin ve tutarsızlığın ortadan kalkması için, hakların sınırı yeniden çizilecektir. Çizeceğimiz sınır, eğer bu durumun neliğinin ve nedenlerinin tespitinde bir hata yaparsak, söz konusu hak ihlalini pekiştirme tehlikesini barındırır. Zira henüz, birlikte-olanaksız olmalarına rağmen hakmış gibi görünenlerden hangilerinin hak, hangilerinin hak ihlali olduğunu belirlememizi sağlayacak bir kriterimiz bulunmadığı için, yapacağımız hata, hak olamayacak şeylerin hak sayılmaya devam etmesini sağlayabilecektir

Söz konusu olanın ne olduğunu belirlemek için daha detaylı bir betimleme şu şekilde yapılabilir:

Birlikte-olanaksız-haklar, birbirini ihlal eden “hak”lardır. Bu ihlal ediş, bir hakkın sınırlarının, başka bir hakkı ihlal edecek şekilde genişletilmesiyle ortaya çıkar. Sınırları başka hakları ihlal edecek şekilde genişletilmiş bir hak ile ilişkisinde, bir diğer hak, sınırları adil bir biçimde tespit edilmiş olsa bile, başka bir hakkı ihlal ediyor gibi görünecektir. Bu tutarsızlığın nedenini tespit edeceksek, hangi hakların sınırlarının başka hakları ihlal edecek şekilde genişletildiğini belirlemeliyiz.

Bu durumun açıkça görüldüğü örneklerden biri köktendinciliktir. Köktendincilik durumunda bir dünya-görüşü, yani noolojik değerler dizgesi zamana, mekâna ve bağlama duyarsız hale getirilmektedir. Başka bir deyişle, sınırları, her şeyi kapsayacak şekilde genişletilmektedir. Bu genişletme sebebiyle, o-dünya görüşü ile uyuşmayan her eylem “sınır ihlali” olarak yorumlanmaktadır. Bildirge’nin, ifade ve düşünce özgürlüklerinin askıya alınmasına ilişkin maddelerinde ise “toplumun ahlakının bozulması” bir “gerekçe” olarak kabul edilebildiği için, belirli bir dünya görüşüyle uyuşmayan tüm farkların sindirilmesine meşruiyet kazandırılır.

Öte yandan bu türden kriterlerin zamana, mekâna ve bağlama duyarsız hale getirilmeleri, o kriterlerin başka kritiklerin nesnesi haline getirilmediği anlamına gelir. Dolayısıyla, o kriterlere başvurarak kritik yapmanın yol açtığı tutarsızlıklar belirlenemez ve bu tutarsızlıkları çözecek şekilde kriterlerin yenilenmesi olanaksız hale gelir. Burada söz konusu olan sorun, belirli bir dünya-görüşünün içerimlerinden değil, bir dünya-görüşünün koşulsuzca /sınırlandırılmamış (unrestricted) bir biçimde yayılmasından kaynaklanmaktadır.

Öyleyse şunları söyleyebiliriz:

  1. Bu tutarsızlıkların doğması, değerlendirmeden muaf sayılan değerlerin hak kapsamına girdiği durumda, kaçınılmazdır.
  2. Bu tutarsızlıklar, söz konusu değerler, değerlendirmeden muaf tutuldukları için çözülemezler.

Yukarıdaki durumda, söz konusu tutarsızlık en kaba ve açık biçimde açığa çıkmaktadır. Ancak bu durumun başka şekillerde açığa çıkması da mümkündür.

Yalnızca fiziksel ölçüm için kullanılacak bir kriterin belirlenmesi ile açığa çıkabilecek tutarsızlıklar yukarıda gösterilmiştir. Yasa söz konusu olduğunda ise 4 tür kriter ve bunlara dayalı olan kritiklerin bir-arada kullanılıyor olduğunu göz önünde bulundurursak, çok daha karmaşık bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu tutarsızlıkların her birini, henüz açığa çıkmamışlarken belirlemek olanaksızdır. Ancak kriterin yapısı gereği şunu söyleyebiliriz, her kriter tutarsızlığa yol açma potansiyeli taşır. Dolayısıyla tutarsızlıkların açığa çıktığı daha ince ve karmaşık yapılar incelenirken söz konusu dört alandaki kriterlere ilişkin yeniden değerlendirme yapmamız gerekebilir.

Dört tür kritiğin, birlikte-olanaksız-hakların açığa çıkmasına nasıl sebep olabileceğine ilişkin kısaca şunlar söylenebilir:

  1. Ontolojik temelde, kavramlarımız[29];
  2. Metafizik temelde, bilgimiz;
  3. Noolojik temelde, değerlerimiz;
  4. ve Meta-etik kriterlerimiz bu tutarsızlığın ortaya çıkmasına sebep olabilir.

 

SONUÇ

Yasa, bir araç olduğu için kökensel anlamıyla nedenselliğin bir parçasıdır, yani henüz mevcut olmayan şeyin mevcut olmasından sorumludur. Yasanın yasal-yasak ayrımını ortaya çıkararak mevcut olmasından sorumlu olduğu şey, ilişkilerin düzenlenmesidir. Dolayısıyla yasa, kökensel nedensellik içerisinde, insan eylemlerine sınırlar çizen telostur. Sınırın, kriterin ve buna bağlı olan kritiğin oluşum süreci ise krisis, yani krizdir. İnsan henüz ayırt edemiyor olduğu bir şeylerin olduğunu fark edebildiği için sorular sorabilir; metafor yapabildiği için kriterler icat edebilir ve cevaplar verebilir. Kriz, henüz ayırt edilemiyor olanın ayırt edilebilir hale gelme sürecidir. Kriter, bir fenomeni bütünüyle kuşatamadığı ve karara dayalı bir yapıda olduğu için, her kriter, henüz belirlenemeyen tutarsızlıklara yol açabilir. Bu konuda bizlere düşen görev şudur: Krizler söz konusu olduğunda, tutarsızlıkların tespit edilebilmesi ve çözülebilmesi için, krizin aralarında çıktığı çeşitli türden kriterlerin askıya alınmaları, yeniden değerlendirilmeleri ve tespit edilen tutarsızlıkları çözecek – ancak yine de yol açabileceği tutarsızlıkları bilemediğimiz – şekilde kriterlerimizi yenilemeliyiz.

Burada, gerekli olduğu öne sürülen, ilkin kriterlerle ilişkimizdeki tavrın değişmesidir. Hiçbir fikir, hiçbir değer ve hiçbir kriter, yeniden değerlendirmeden muaf tutulmamalı; krizler açığa çıktığında ilgili kriterler, fenomenolojik bir tavırla askıya alınmalı ve yeniden değerlendirilmelidir. Belirli bir ontoloji, bu ontolojiye dayalı belirli bir metafizik, bu metafiziğe dayalı belirli bir nooloji ve bunların hepsine dayalı belirli bir meta-etik çerçeve içerisinde takılıp kaldığımız sürece, krizin tamamlanması, yani daha önce ayırt edilemeyenin ayırt edilebilir hale gelmesi, yani çözüm, olanaksızdır.

Bildirge’de, kararın ertelenmesi ve kararı vermeyi sağlayan kriterlerin değerlendirilmesi anlamında kriz sürecine ilişkin bir madde bulunmadığı için, tutarsızlıkların söz konusu olduğu durumda birilerinin haklarının çiğnenmesine karşılık gelecek bir önlem bulunmamaktadır. Bunların yerine ise yalnızca hakların askıya alınabileceği sınır durumlar belirlenmiş ve bu belirlemeler ise birlikte-olanaksız-istemelerin, değerlendirmeden muaf tutulan değerlerin “hak” sayılabileceği bir gevşeklikte yapılmış olduğu için söz konusu tutarsızlığın açıkça ortaya çıktığı durumun meşru kılınmasına olanak tanınmıştır.

Yasalara ilişkin fenomenolojik tavrın gerekliliği yalnızca devlet ile birey arasındaki ilişkide değil, bireyler arası ilişki de gözetilmelidir. Bireylerin farklarından dolayı kutuplaşmasının önüne geçilebilmesi ve farklarıyla birlikte varolabilen bir topluluğun oluşabilmesi için, bireylerin, farkları üzerine diyalog kurabilmesi ve birlikte yetişebilmeleri için genel olarak felsefi, özel olarak ise fenomenolojik beceriler kazanmaları gerekmektedir. Dolayısıyla Bildirge’nin, Bildirge’de söz konusu edilen hakların ihlalini meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasının önüne geçmek adına, biz filozoflara düşen görev, değerleri incelikli bir biçimde yeni değerlendirmek ve bireylerin bu becerileri kazanarak yetişmesi için çabalamaktır. Zira insanlar, birlikte-olanaksız-istemelerini “hak” görmeye devam ettikleri ve değerlerini yeniden değerlendirmedikleri sürece, yaptığımız incelikli ayrımlar da benzer bir işlevde kullanılmaya devam edecektir.


Dipnotlar


[1] 2024 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Felsefe lisans eğitimini tamamladı.

[2] Metnin geri kalanında, okuma kolaylığı sağlaması için “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” yerine kısaca “Bildirge” kullanılacaktır.

[3]  Bu çalışmayı tasarlarken Bildirge’nin sorunsallaştırılan kullanımının nedenlerini tespit etmeyi de planlamıştım. Bunun için söz konusu kullanımı gerçekleştiren varolanın, insanın varlık yapısına ilişkin bir çözümleme gerekiyordu. Zira bu aracı (ve icat ettiği başka pek çok aracı) kullanarak varolan, insandır. Bu aracın çeşitli şekillerde kullanılması, insanın varolma olanağıdır. İnsanın varlık yapısına ilişkin özelliklerin çıkarsanmasının, yasanın söz konusu edilen kullanımının, insanın hangi varolma olanaklarını gerçekleştirmesine hizmet ettiği ve başka olanakları değil de bu olanağı gerçekleştirmenin tercih edilebilir görünmesine sebep olan dünya tasarımları belirlemeye olanak tanıyacağı düşüncesindeyim. Ancak konunun derinliği ve gerektirdiği incelik sebebiyle bu incelemeyi başka bir çalışmada gerçekleştirmek üzere erteledim.

[4] Martin Heidegger, Nedir Bu Felsefe?, AFA Yayınları, İstanbul 1995, ss. 33-34.

[5] Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap, İstanbul 1998, s. 197.

[6] Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, AFA Yayınları, İstanbul 1998, ss. 46-54.

[7]  Heidegger, 1998, s. 46.

[8]  Heidegger, 1998, ss. 46-47.

[9]  Heidegger, 1998, s. 47.

[10]  Heidegger, 1998, ss. 47, 50-52.

[11]  Heidegger, 1998, ss. 47-48.

[12]   Heidegger, 1998, s. 50.

[13]  Heidegger, 1998, s. 50.

[14]  Heidegger, 1998, ss. 50-51.

[15]  Heidegger, 1998, ss. 51-52.

[16]  Heidegger, 1998, s. 48.

[17]  Heidegger, 1998, s. 49.

[18]  Heidegger, 1998, s. 49.

[19]  Heidegger, 1998, s. 47.

[20]  Martin Heidegger, Metafizik Nedir?, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2009, s. 37.

[21]  Martin Heidegger, 2009, s. 37.

[22] Martin Heidegger, 2009, s. 37.

[23] Martin Heidegger, 2009, s. 44.

[24]  Aristoteles, Metafizik, Pinhan Yayınları, İstanbul 2021, s. 141, 1013a24.

[25]  Bedia Akarsu, 1998, s. 197.

[26]  Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi, İş Kültür Yayınları, İstanbul 2023, s. 19.

[28]  Bu kavram, Viktor E. Frankl tarafından, insanın üç boyutlu (fizyolojik, psikolojik ve noolojik) ontolojisi içerisinde, insanın anlamsal boyutuna işaret etmek üzere kullanılır. Bkz. Viktor Frankl, Anlam İstenci, Öteki Yayınevi, İstanbul 2018, s. 36.

[29]  Bkz. Noam Chomsky, “Terörizmin Tanımı”, Güçlünün Silahı, Hazırlayan: Cihan Aksan ve Jon Bailes, Metis Yayınları, İstanbul 2014, ss. 45-60.


Kaynakça



     Aristoteles, Metafizik, Pinhan Yayınları, İstanbul 2021.

 

     Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap, İstanbul 1998.


     Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi, İş Kültür Yayınları, İstanbul 2023

 

     Martin Heidegger, Metafizik Nedir?, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2009

 

     Martin Heidegger, Nedir Bu Felsefe?, AFA Yayınları, İstanbul 1995.

 

     Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, AFA Yayınları, İstanbul 1998


    “Metre”,https://tr.wikipedia.org/wiki/Metre#:~:text=30%20Mayıs%201791%20%2D%20Fransız%20Ulusal,bir%20uzunluğunun%2010%20milyonda%20biridir. , Erişim Tarihi, 18 Kasım 2024.

 

     Noam Chomsky, “Terörizmin Tanımı”, Güçlünün Silahı, Hazırlayan: Cihan Aksan ve Jon Bailes, Metis Yayınları, İstanbul 2014, ss. 45-60.

     Viktor Frankl, Anlam İstenci, Öteki Yayınevi, İstanbul 2018.



Yazar: Muammer Yavuz İnan

Muammer Yavuz İnan, 2024 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi felsefe lisans eğitimini tamamlamıştır. Şu sıralar İstanbul Üniversitesi'nde Felsefe Yüksek Lisans eğitimine devam etmektedir. 

İletişim: yavuznan@gmail.com




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neoliberalizmin Palyatifliği - Koray Saatçı

Francis Bacon - Cem Kamözüt

Bir Felsefe Yazısı (Bu da dahil) Nasıl Okunur? Nasıl Planlanır? Nasıl Yazılır? - Jeff McLaughlin

Ciddi Teoriler ve Şüpheci Teoriler: Muhtemelen Neden Kavanozdaki Bir Beyin Değilsiniz? - Michael Huemer