İstisna Hâli ve Marksist Devlet Kuramı - Koray Saatçı

 


İSTİSNA HÂ VE MARKSİST DEVLET KURAMI 

- Koray Saatçı


Günümüzün neoliberal toplum kuramcılarından Byung-Chul Han, bugün ne Marksist diktatörlük kuramının ne de Giorgio Agamben'in ''istisna hâli'' kuramının geçerli olduğunu öne sürer. Chul Han'a göre neoliberalizm, toplumdaki bütün sınıfları içinde yutmuştur; dolayısıyla burjuvazi-proletarya çelişkisi, proletaryanın burjuvazi tarafından sömürülmesi günümüzde artık geçerli değildir. Chul Han'a göre günümüzde toplumdaki her bir birey kendi kendisini sömürmektedir ve sistemin gücünün ve sağlamlığının kaynağı da buradan gelmektedir. Chul Han bunu şöyle açıklar:

''Proletarya-burjuvazi ayrımı günümüzde artık geçersizdir. Kelime anlamı olarak proletarya çocuklarından başka bir şeye sahip olmayan kişi demektir. Tek öz-üretimi biyolojik üremeyle sınırlıdır. Günümüzdeyse herkesin, kendini özgürce tasarlayan bir proje olarak, sınırsız bir öz-üretim imkânına sahip olduğu yanılsaması yaygınlaştırılmaktadır. Bugün 'proletarya diktatörlüğü' yapısal olarak imkânsızdır. Herkes sermayenin diktatörlüğü altındadır.''[1]

Chul Han buradan yola çıkarak neoliberal toplumun bir ''olumluluk toplumu'' olduğunu öne sürer. Chul Han'ın dilinde ''başarı ve performans öznesi'' adını verdiği bir özne dolanır. Bu özne, tüm yaşamını başarı ve performans üzerine temellendirmiş ve kendisinin girişimcisi olmuştur ve bu nedenle de özgür olduğunu zannetmektedir. Onu başarı için koşturtan iktidardır ama iktidar bunu yaparken zor kullanmaz. Chul Han'ın bu öznesi, özgür olduğunu zannettiği için iktidarın zoru ve baskısı olmadan hareket etmektedir. İşte bu nedenle Chul Han, günümüzün neoliberal düzenini ''olumluluk toplumu'' olarak adlandırmaktadır. Chul Han, Agamben'in kuramını da şöyle eleştirir:

''Agamben'in egemenlik kuramı büyük hayranlık uyandırmış olsa da, günümüzde olağanüstü halin Agamben'in iddia ettiği gibi kural haline gelme tehlikesi pek yoktur. Tersine, artık bir olağanüstü halin mümkün olmadığı, aşırı olumlulukla yüklü bir toplumda yaşıyoruz. ... Olağanüstü hal, bir olumsuzluk halidir. Ancak Öteki'nin ya da Dışarısı'nın İçeri'ye amansızca sökün ettiği zamanlarda mümkündür. Olumluluk, günümüz toplumundan her türlü olumsuzluğu ve aşkınlığı çalarak olağan hal haline gelmiştir.''[2]

''Günümüz toplumu bir egemenlik toplumu değildir. Artık başarı ve performans toplumunda yaşıyoruz. Hayatını performans ve üretim üzerine kuran özneyi tebadan ayıran nokta, kendisinin egemeni oluşudur, kendisinin pazarlamacısı ve girişimcisi olarak, özgürlüğüdür.''[3]

''Başarı ve performans odaklı özne, onu işe koşan ve sömüren dış iktidar mercilerine tabi değildir. Hiç kimseye tabi değildir veya yalnız kendisine tabidir. Dışsal iktidar merciinin ortadan kalkışı yine de zorunluluk yapılarını yok etmez. Özgürlüğü ve zorunluluğu bir araya getirir, örtüştürür. Başarı ve performans odaklı özne, kendini randımanının azamileşmesi konusunda özgür bir zorunluluğa teslim eder. Böylelikle kendini sömürür. Kendini sömürmek, yanıltıcı bir özgürlük duygusuyla atbaşı gittiğinden, yabancı sömürüden daha verimlidir. Sömüren aynı zamanda sömürülendir. Sömürü burada hegemonyasız vuku bulur. Kendini sömürmeyi bu kadar verimli kılan budur. Kapitalist sistem, hızlanmak için yabancı sömürüden kendini sömürmeye, yapmak zorunda olmaktan yapabilirliğe geçiyor. Çalışmaya ve performans odaklı birey paradoksal özgürlüğü nedeniyle hem fail hem kuran, hem efendi, hem uşaktır.''[4]

Chul Han'ın yaşadığımız neoliberal düzen üzerine olan çözümlemelerinden her ne kadar etkileyici bazı saptamaların olduğunu düşünsem de, varmış olduğu sonuç çok talihsizdir. Chul Han, Marx'ı da Agamben'i de eleştirirken günümüzün iktidarlarının şiddet pratiğini büyük ölçüde görmezden gelmektedir. Artan ''güvenlikçi'' politikalar, polisin yetkilerinin arttırılması, militarizasyon, savaş yatırımları, sansürler, muhalif kesimlere yönelik tutuklama ve gözaltı operasyonları, sayıları artan ve her yere yayılan cezaevleri, katı cezaevi sistemleri vs... Bu olgular Chul Han'ın iddia ettiği gibi sömürünün ve baskının dışarıdan içe doğru geçmediğini, içselleştirilmediğini göstermektedir. İktidarlar halen daha tahakküm altına aldıklarıyla uğraşmaktadır. Tahakküm altına alınanlar da pasif kalmamaktadır. 21. yüzyılın kapısı tarihe halk ayaklanmalarıyla açılmıştır. Son çeyrek asır, halkların neoliberalizmin yıkıcılığına karşı başkaldırılarıyla doludur. Kapitalist sistemin henüz yıkılmamış olması, emekçilerin, çalışan sınıfların kendi iktidarlarını ve toplum düzenlerini kuramamış olmaları, bu gerçeği değiştirmez ve Chul Han'ın da göstermeye çalıştığı gibi onları pasif bir hem sömürülen hem de sömüren bir konuma sokmaz. Ayrıca Chul Han'ın ''başarı ve performans öznesi'' tanımı bugün gerçekten de herkesi kapsamakta mıdır? Belki de çalışan sınıflardan beyaz yakalı kesimlerin bir kısmını kapsadığını söyleyebiliriz. Bu da Chul Han'ın betimlediği öznenin toplum içinde genelleştirilmesinin yanlış olduğunu açıklar.

Günümüzde hiçbirimiz, iktidarı kendi içimizde arayamıyoruz. Bize dönük kuşatmaların, baskı politikalarının dışarda olduğunu, tepemizdeki egemen güçlerin bizi tahakküm altına aldığını tüm çıplaklığıyla görebiliyor ve kavrayabiliyoruz. Bu da bizi devlet ve diktatörlük kavramları üzerine düşünmeye sevk ediyor. Agamben'in istisna hâli kavramı ve bu kavram çerçevesinde yaptığı çözümlemeler, diktatörlük, demokrasi ve devlet tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmaktadır. Agamben'in bu kavramının Marksist devlet kuramı ile birlikte düşünüldüğü zaman daha anlaşılır olacağını düşünüyorum. Ben de bu yazımda sizlerle Marksizmin görüngesinden istisna hâli kavramını tartışacağım.

-I-

Öncelikle Agamben'in istisna hâli kavramını açımlamakla başlayalım. Agamben'e göre istisna hâli bir ''yönetim paradigması''dır. İstisna hâline karar verenler egemenlerdir. Bu egemenlerin sınıfsal tanımlarının ve amaçlarının ne olduğu Agamben'de belirsizdir. Zaten Agamben egemenliğe sınıfsal olarak bakmamaktadır. Agamben'e göre ''istisnaî önlemler'', siyasal kriz dönemlerinin ürünüdür; bu nedenle de hukuksal-anayasal düzlemde değil, siyasal düzlemde anlaşılmalıdırlar. İstisna hâli de, savaş hukuku gibi özel bir hukuk biçimi değildir. İstisna hâli, hukuk düzeninin kendisinin askıya alınması olarak hukukun eşiğini belirler. Böylelikle istisna hâli yasal biçimi olmayan bir şeyin yasal biçimi hâlini alır. Agamben, Alman anayasa hukukçusu Carl Schmitt'in de görüşlerinden yararlanarak şöyle demektedir:

''Egemenliğin paradoksu şu gerçeğe dayanıyor: Egemen [kişi], hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem de içindedir. Eğer egemen, gerçekten, hukuk düzeninin, kendisine istisna durumunu belirleme ve dolayısıyla da yürürlükteki düzenin geçerliliğini askıya alma yetkisi verdiği kişi ise, o zaman, 'egemen, huuk düzeninin dışında bulunmasına rağmen bu düzene aittir; çünkü, bu durumda anayasanın in toto [tamamen] askıya alınıp alınmayacağına karar vermek bu kişiye düşer' (Schmitt, Politische Theologie, s. 13). Egemenin ''aynı anda hukuk düzeninin hem dışında hem de içinde'' olması önemsiz bir mesele değildir: Egemen, hukukun geçerliliğini askıya alma konusunda yasal yetkiye sahip olmakla, kendisini yasal olarak hukukun dışında tutuyor. Yani, bu paradoksu şu şekilde de dile getirebiliriz: 'Hukuk kendisinin dışındadır' ya da 'Hukukun dışındaki egemen olarak ben, hiçbir şeyin hukukun dışında olmadığını [che non c'é un fuori legge] ilan ediyorum.' ''[5]

Agamben istisna hâlini ele alırken 3 farklı durumdan bahseder: Barış hâli, savaş hâli ve kuşatma hâli. Barış hâli, askerî otorite ile sivil otoritenin kendi aralarında hareket ettiği bir durumdur. Savaş hâli, sivil otoritenin askerî otorite ile uyum içinde hareket etmek zorunda olduğu bir durumdur. Kuşatma hâli ise, iç güvenliğin korunması için sivil otoritenin yetkilerinin askerî otoriteye geçtiği bir durumdur. Agamben'e göre kuşatma hâli ile istisna hâli arasında tarihsel ve hukuksal bir bağ vardır; ancak bu iki kavram eş anlamlı değildir. Kuşatma hâli, iç ayaklanmalar karşısında olağanüstü bir polisiye önlem olarak kullanılmak üzere başlangıçtaki durumdan giderek kopar ve böylelikle fiilî ve askerî bir durumdan siyasal bir durum olan istisna hâline dönüşür. Böylelikle istisna hâli bir kurala dönüşerek istisnaî ve geçici olarak değil, bir yönetim tekniği olarak kendisini gösterir ve hukuk düzeninin oluşturucu paradigması olur. Bununla birlikte Agamben, modern istisna hâlinin mutlakiyetçi geleneğin değil, ''demokratik-devrimci'' geleneğin bir ürünü olduğunu ve kuşatma hâlinin kökeninin de Fransız Kurucu Meclisi'nin 8 Temmuz 1791 tarihli kararnamesinde olduğunu belirtir.

Agamben, istisna hâlinin bir kurala dönüşmesinin somut örneği olarak eski ABD Başkanı George Bush'un 11 Eylül 2001 olaylarından sonra kendisinden ''ordu başkumandanı'' olarak söz etme kararını verir. Bush'un bu sıfatı alması, Agamben'e göre doğrudan istisna hâline göndermeyi göstermektedir. Bu, acil durumun bir kurala dönüştüğünü ve barış ile savaş arasındaki, dış düşmana karşı savaş ile küresel iç savaş arasındaki ayrımın kalktığını göstermektedir. Bence bu açıklama, 11 Eylül'den günümüze kadarki süreci özetler nitelikte bir açıklamadır. 11 Eylül'den günümüze kadar ABD bir çok ülkeyi işgal etmiştir; İsrail Ortadoğu'da özellikle 7 Ekim 2023'den bu yana bir çok ülkeyi bombalamakta, bir çok ülkeye savaş açmaktadır. Ne var ki bu uzun süreç bugün bir ''3. Dünya Savaşı'' olarak görülmemektedir. Bu da, Agamben'in işaret ettiği gibi barış ile savaş arasındaki ayrımın ortadan kalktığını gösteren bir olgudur.

Agamben'e göre modern istisna hâli, sadece siyasî düşmanların değil, herhangi bir nedenden ötürü siyasal düzenle bütünleştirilemeyen yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir. Özellikle Agamben'e göre 11 Eylül 2001'den bu yana süren küresel iç savaşla birlikte istisna hâli modern siyasette egemen yönetim paradigmasına dönüşme eğilimine girmiş ve bu olgu, anayasa biçimleri arasındaki geleneksel ayrımın yapısını kökten değiştirmeye başlamıştır. Günümüzde güçler ayrılığı ortadan kalkmış ve yürütme erki yasama erkini bünyesine katmıştır. Artık tam yetkili yasalarla yürütme düzenlenmekte, kararnamelerle yürürlükteki yasalar değiştirilmekte ve hatta kaldırılmaktadır. Parlamentolar, artık yürütme erkinin çıkardığı kararnameleri onaylamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Cumhuriyet artık parlamentoya değil, yürütme erkine dayalıdır. Agamben bunun üzerine şunları söylemektedir:

'''Küresel iç savaş'' olarak tanımlanan durumun durdurulamaz ilerleyişi karşısında, istisna hâlinin çağdaş siyasette egemen yönetim paradigmasına dönüşme eğilimi her geçen gün artmaktadır. Geçici ve istisnai bir önlemin böyle zemin değiştirerek bir yönetim tekniğine dönüşmesi, anayasa biçimleri arasındaki geleneksel ayrımın yapısını ve anlamını kökten değiştirecek gibi görünmektedir; zaten gözle görülür biçimde değiştirmiştir de. Gerçekten de, bu bakış açısıyla bakıldığında, istisna hâli demokrasi ile mutlakiyet arasında bir belirsizlik eşiğine dönüşmektedir.''[6]

Agamben, istisna hâlinin Roma'daki köklerine iner. Roma'nın Cumhuriyet döneminde senato, yani soylulardan oluşan yöneticiler meclisi, Cumhuriyet'in tehlikede olduğu bir durumu haber aldığı zaman bir senato kararı çıkarır ve tüm yurttaşlardan devletin kurtuluşu için gerekli olan her önlemi almasını talep ederdi. Buna ''institium'' denirdi. Institium, yasanın askıya alınması anlamına geliyordu. Yasanın askıya alınması da bütünüyle hukukun askıya alınması demekti. Agamben, Roma'daki diktatörlük uygulamasına da değinir ve bunu institium ile karşılaştırır. Roma anayasasında diktatör, konsüllerin seçtiği özel bir yöneticiydi. Diktatörün bir emretme yetkisi vardı ve bunu bir yasa aracılığıyla yapıyordu. Yani diktatörlük pratiğinin temelinde de yasalar vardı. İustitium ise, yasaların sınırsızca askıya alındığı bir uygulamaydı. Normalde günümüzde bir çok insan yasaların sınırsızca askıya alınmasını diktatörlük olarak tanımlar. Oysaki bu iki farklı kavrama bakacak olursak, iustitium'u diktatörlükten daha da ağır bir diktatörlük olarak görebiliriz.

Agamben, zorunluluk hâli ile istisna hâlini de karşılaştırır. Zorunluluk hâli, bireylerin veya toplulukların hayatta kalmak amacıyla mevcut yasaları ihlal etmelerini meşru gören etik bir çerçevede ele alır. Dolayısıyla devrimi ya da sınıf savaşlarını da bu zorunluluk hâli çerçevesinde ele alabiliriz. İstisna hâli ise, bu meşruiyeti devletin mutlak gücüne devrederek hukuk ile egemenlik arasındaki sınırı ortadan kaldırır.

Sonuç olarak Agamben, istisna hâlinin bir diktatörlük olmadığı, bütün hukuksal belirlenimlerin devre dışı bırakıldığı bir yasasızlık bölgesi olduğu vargısına varır. Buraya kadar, Agamben'in istisna hâli kavramının özetini verdim. Şimdi de bu kavramı Marksist devlet kuramı ile birlikte ele alalım.

-II-

Marksist kurama göre devlet, insan toplumunun sömürenler ile sömürülenler temelinde karşıt sınıflara bölünmesinin bir ürünüdür. Bu bölünmenin temelinde de, özel mülkiyet vardır. Özel mülkiyet toplumda bir yandan ayrıcalıklı bir sınıfın doğmasına neden olurken bir yandan da sömürülen ve yoksullaştırılan bir sınıfın doğmasına neden olur. Engels'e göre bu toplum, ''ya bu sınıflar arasındaki hiç bitmeyen açık savaş içinde ya da görünüşte çatışan sınıfların üzerinde durarak açık çatışmalarını bastıran ve sınıf mücadelesine, olsa olsa, iktisadi alanda, 'yasal biçim' altında yürütülmesi koşuluyla izin veren üçüncü bir gücün egemenliği altında var olabilirdi.[7]''. İnsan toplumunun tarihsel genel seyri, Engels'in bahsettiği ikinci seçenekte devam etmişti. Engels'in belirtmiş olduğu üçüncü güç de devlet adlı oluşumdu. Engels devletin varlığının toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkide olduğunun bir itirafı olarak görür:

''Devlet, daha çok, belirli bir gelişme aşamasında bulunan toplumun bir ürünüdür; söz konusu toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkiye düştüğünün, aforoz etme gücünden yoksun olduğu giderilemez karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır.''[8]

Demek ki, Marksist kurama göre devlet, sömürülen sınıflara karşı bir zor örgütüdür. Devlet, tarihte ilk çıktığı toplum olan köleci toplumda da, feodal toplumda da ve kapitalist toplumda da varlığını sürdürür. Kapitalizmin tarihi siyasal ve toplumsal buhranların tarihidir. Çünkü buhranlar, kapitalizmin zorunlu sonuçlarıdır. Kapitalist üretim büyük ölçüde eşitsiz bir süreçtir. Kapitalizmde zenginlik burjuvazide, yoksulluk da proletaryada birikir. Bunun sonucu olarak da sınıf savaşımı iyice şiddetlenir. Sömürünün sürekliliğinin sağlanması için sömürülen sınıfların direncinin ve karşı koyuşlarının bastırılması gerekir. Burjuvazinin yardımına devlet koşar. Tüm bu somut olgulara rağmen kapitalist toplumun devleti, kendisini bir ''hukuk devleti'' olarak tanıtır. Liberaller de devletin ''tarafsız'' olduğunu ve ''hukuk devleti''nin şiddet içermeyen bir yapıda olduğunu iddia eder. Oysaki devlet sınıfsal karakterinden ve kapitalist sistemi korumakla yükümlü olduğundan dolayı bu ''hukuk devleti'' kavramı Marksizme göre bir aldatmacadan ibarettir. O halde Marksizme göre devlet, kendisini ''hukuk devleti'' ya da ''liberal demokrasi'' olarak adlandıran rejimlerde de işçi sınıfına karşı bir iç savaş örgütüdür. Dolayısıyla bir diktatörlük özelliği taşır. Bu nedenle Lenin farklı farklı burjuva devlet biçimlerinin ortak özleri hakkında şunları söylemişti:

''Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir, ama özleri birdir: tüm bu devletler şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür.''[9]

''Ortaçağa kıyasla muazzam bir tarihsel ilerleme anlamına gelen burjuva demokrasisi; her zaman dar, sınırlı, sahte, ikiyüzlü, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak, bir aldatmacadır ve kapitalizm altında böyle olmak zorundadır.''[10]

''Modern devletlerin anayasalarını alın, yönetim yöntemlerini akın, toplantı ve basın özgürlüğünü alın, 'yurttaşların yasa karşısında eşitliği'ni alın; adım başında, burjuva demokrasisinin, her dürüst ve sınıf bilinçli işçi tarafından iyi bilinen ikiyüzlülüğünü görürsünüz. En demokratı da dahil her devletin anayasasında, 'düzen bozulduğunda', yani gerçekte sömürülen sınıf içinde bulunduğu kölelik durumunu 'bozup', kölece davranmamaya çalıştığında, burjuvaziye, işçilere karşı askeri harekete geçirme, sıkıyönetim ilan etme vs. olanakları veren açık kapılar ve hükümler bulunur.''[11]

Lenin'den yaptığım bu son alıntı, Agamben'in istisna hâli kavramını çağrıştırmaktadır. Agamben, istisna hâlinin siyasal kriz dönemlerinde ortaya çıkarak bir kural durumuna geçtiğinden bahseder ve bir yönetim paradigması konumuna ulaşan istisna hâlinin hukuk ile iç içe geçtiğini belirtir. Lenin de en demokratik devletlerde bile sömürülen sınıfların köleliğe karşı ayaklandığı anlarda burjuvazinin bütün zor aygıtlarını kullanarak bu ayaklanmaya karşı saldırıya geçtiğini ve burjuvazinin bunu yapmasını sağlayan olanakların bizzat bu demokratik devletlerde var olduğunu belirtir. İkisinin görüşlerinde benzerlik kurabileceğimiz nokta, diktatörlük ile hukukun siyasal kriz anlarında iç içe geçmesi ve modern devletlerde buna olanak sağlayan koşulların var olmasıdır.

Yukarıda Agamben'den bir alıntı yapmıştım. Bu alıntıda Agamben, istisnaî önlemlerin kalıcı bir yönetim tekniğine dönüşerek anayasa biçimleri arasındaki geleneksel ayrımların yapısını ve anlamını kökten değiştirdiğini belirtmektedir. Bence bütün bunlar, burjuva demokrasisinin dönüşümünü içermektedir. Bu dönüşüm, kökten bir dönüşüm değildir. Yani burjuva demokrasisi ve burjuva cumhuriyetleri bir yıkımın eşiğinde değildir. Bu dönüşüm, burjuva demokrasisinin altında yatan gerçek özünü, yani burjuva diktatörlüğünü ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizmin sınırına varmış olduğu şu anki konumu ve tüm dünyayı derin bir buhrana doğru sürüklemesi, burjuva devletlerin gerçek baskıcı özünü tüm çıplaklığı ile sergilemesine neden olmaktadır.

Burjuva demokrasilerinin bir diğer adının burjuva diktatörlüğü olduğunu düşündüğümüz zaman, ''hukukun askıya alınması'' kavramı tartışmaya açık bir kavram olur. Ortada anlatıldığı anlamda ''tarafsız'' ve ''eşit'' bir hukuk yoktur ki hukuk askıya alınsın. Bu nedenle ''hukukun askıya alındığı'' durum olarak istisna hâli kavramındaki ''istisna''nın da ne kadar istisna olduğu tartışmalıdır. Zaten Agamben de istisna hâlinin bir kural hâline gelerek aslında o kadar da ''istisna'' olmadığını belirtirmiş ve böylelikle istisna hâlinin yasal biçimi olmayan bir şeyin yasal biçimi hâlini aldığını öne sürmüştü. Bu, aynı zamanda şöyle de okunabilir: Hukuksuzluğun bir hukuk biçimi haline gelmesi. Bu da hukuka kuşkuyla yaklaşmamız gerektiğini belirten Marksist kuramı doğrular. Hukukun bizzat kendisi aracılığıyla hukuksuzluğu yaratması, aslında hukukun tanıtıldığı gibi bir işleyişinin olmadığını gösterir. Dolayısıyla ''olağanüstü hal'' gibi kavramlar da bir o kadar tartışmalıdır. Çünkü emekçi sınıflar için kapitalist toplumda her zaman ''olağanüstü'' bir durum vardır. Bu toplumda emekçiler açlıkla, yoksullukla, devlet baskısıyla vb. tüm yaşamları boyunca karşılaşır. Kapitalizm, işçi sınıfı için her zaman bir olağanüstü hâl rejimidir.

Agamben'in istisna hâli kavramı bize devletin hukukla iç içe geçen ama hukuku askıya alma gücüne sahip olan bir egemenlik formu olduğunu söylerken Marksist kuram bize devletin üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran sınıfın emekçi sınıflara karşı kullandığı bir baskı gücü olduğunu söyler. Agamben'e göre istisna hâli modern devletlerin normal işleyiş biçimiyken Marksist kurama göre devlet baskısı, sınıf savaşımının doğasına uygun olarak egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda sömürülenlere karşı uygulanır. Agamben'e göre egemenler istisna hâlini siyasal krizle meşrulaştırır ve kalıcılaştırırken Marksist kurama göre diktatörlük, kapitalizmin doğasında var olan krizler sonucu egemen sınıfların sömürülenlere karşı uyguladığı bir baskı uygulamasıdır. Agamben'in kuramı devleti egemenlik ve hukuk gibi üstyapı öğeleriyle ele alırken Marksist kuram devleti üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi ile ele alır. Dolayısıyla her iki kuram da, birkaç terim farklılığına ve yöntem ayrılığına rağmen burjuva demokrasilerinin ya da bir başka adıyla ''liberal demokrasiler''in şiddetsiz olmadığını ve kendi içlerinde bir baskı ve zor ilişkisi içerdiğini belirterek bu rejimlerin gerçek özünü aydınlatmada bize yardımcı olur.


 DİPNOTLAR

[1] Byung-Chul Han, Psikopolitika, Çeviren: Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 5. Basım, Eylül 2022, s.15-16

[2] Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, Çeviren: Dilek Zaptçıoğlu, Metis Yayınları, Altıncı Basım, Eylül 2023, s.129-130

[3] A.g.e., s.131

[4] A.g.e.

[5] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 4. Basım, 2020, s.25-26

[6] Giorgio Agamben, İstisna Hâli, Çeviren: Kemal Atakay, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2020, s.11

[7] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni, Çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, 3. Basım, 2023, s.209

[8]A.g.e., s.210

[9] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:7, Çeviren: Süheyla Kaya, İnter Yayınları, Birinci Basım, 1996, s.45

[10] A.g.e., s.143

[11]A.g.e., s.145


Yazar: Koray Saatçı

Koray Saatçı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümü lisans öğrencisidir. 

İletişim Adresi: koraysaatci1999@gmail.com


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Marksizmin Aporia'sı: "Devlet" - Cengiz Baysoy

Aydınlanma ve Kadın Aklı - Emre Kahvecioğlu

Anlatıya Fırlatılmışlık - Efe Can Akdeniz

Kierkegaard Eserlerinde Varoluş İzleri - Sibel Güneş

Arda Denkel'in Felsefi Vizyonu - Stelios Virvidakis

Mantık Felsefenin Parçası mı, Aracı mı? - Hakan Yücefer

İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - M. Yavuz İnan