Marksizmin Aporia'sı: "Devlet" - Cengiz Baysoy
Marksizmin Aporia'sı: "Devlet" - Cengiz Baysoy
Marx,
1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ni
kaleme alırken, düşüncesindeki mimariyi şöyle özetliyordu: “Burjuva iktisat
sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek;
devlet, dış ticaret, dünya pazarı. İlk üç başlık altında modern burjuva
toplumun bölündüğü üç büyük sınıfın iktisadi varlık koşullarını inceliyorum;
öteki üç başlığın birbirleriyle bağıntısı besbellidir.”[1] Bu altı başlıktan ilk üçü kaleme alındı. Fakat diğer üçünün arasında bulunan
“Devlet” başlığı üzerine, Marx herhangi bir kitap ya da makale yazmadı. Marx’ın
“Devlet” üzerine düşüncelerini kitaplarının ve mektuplarının içerisinden
derleyerek açığa çıkarabileceğimizi söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Marx’ın
devlet üzerine düşüncelerinin, teorik açıdan, Engels ve Lenin tarafından geliştirilmeye
çalışıldığını da görmekteyiz. Pratik açıdan ise, Marx ve Engels’in devlet üzerine
kendi teorik düşüncelerini Paris Komünü üzerinden, bu aynı düşünceleri Kautsky
ve Bernstein’ın Alman sınıflar mücadelesi üzerinden, Lenin’in ise Ekim Devrimi
pratiği üzerinden anlamlandırdıklarını söyleyebiliriz. Diğer devrimler de
dikkate alındığında, Marksist devlet teorisinin her pratiğe göre yeniden rasyonalize
edildiği açıktır. Her pratik “-ist”, Marx’ın devlet teorisini, kendine göre Marks-“izm”leştirmiştir.
Bu bakımdan Marksistlerin proletarya diktatörlüğü adına ortaya koyduğu “devlet”
pratiğinin, Marksizmi bir devlet eleştirisinden, bir devlet teorisine
dönüştürdüğü bir hakikattir. Bu hakikatle yüzleşmek ve bir devlet eleştirisi
olan Marx’ı yeniden güncelleştirmek, gelecek pratiğin bir ihtiyacı olarak
önümüzde durmaktadır.
Egemenlik İlkesi
Bir
ontolojiden bahsedilecekse bu ontoloji politikliktir. Varlık, güç ilişkileri
ontolojisidir. Politik ontoloji, etkileyen ve etkilenen güçler arası ilişkidir.
Bu bağlamda bir güç olarak beden politiktir.
Burjuva modern
politikliğin temel ilkesi egemenliktir. Antik çağ ve ortaçağda egemenlik
teolojik düzlemde aşkındı. Aşkın egemen güç tanrı, onun yeryüzündeki cismi ya
da temsili ise krallar ve sultanlardı. Politik ontolojinin egemenlik ilkesini
aşkınlıktan yeryüzünün içkinliğine indiren ilk düşünürlerden biri Machiavelli’dir.
Modernizmin seküler egemenlik ilkesi, hükmetme, yeryüzünün güç ilişkilerine
dayalı “iktidar” ve “devlet”tir. Machiavelli’yle birlikte, politik ontolojinin
egemenlik ilkesi artık “Prens”tir; böylece egemenlik, iktidar olmak ve
iktidarda kalmak, iyinin ve kötünün ötesindeki güç ilişkilerini yönetme sanatı
olarak karşımıza çıkar.
Machiavelli,
egemenlik kavramını hiç kullanmamasına karşın, egemenlik düzleminin kurucusudur.
Egemenlik kavramını ilk kullanan Bodin’dir. Bodin’de, egemenlik ilkesi olarak devlet,
“halk”a dayanan kurucu bir prenstir. Bu bağlamda devlet, halkın ortak varlığına
vücut veren varlıktır. Halk adına hükmetme gücü olarak devlet, egemen güçtür. Böylece
egemenlik ilkesi, devleti üreten halk ve halkı üreten devlet ilişkisi üzerinden
sonsuz olarak üretilir.
Bodin ve
Machiavelli ile birlikte düşünme yeni bir bakış açısı kazanır: Platon’un aşkın
idea’ları, “iyi”ler artık yoktur; “iyi ve kötü”yü politik pratik üretir ve
iktidar belirler. İyi ve kötüyü üreten, politik ontolojinin ürettiği
dispozitiflerdir. İyi ve kötü ötesi iktidar, egemen hükmedenin iradesi olarak yasadır.
Devlet, egemenliğin mutlak gücüdür. Devlet olmadan egemenlik ilkesi çalışmaz.
İster krallık olsun ister demokrasi, egemenliğin ilkesi: devlet üretimidir.
Hobbes’da egemenlik
ilkesi devlet, barışın gücüdür. Devlet, bireylerin aynı bedende birliği ve tabiiyetidir.
Machiavelli’yle yeryüzüne inen egemenlik, teolojiden kurtulmuştu. Hobbes’la birlikte
egemenlik “doğa”dan kurtulur. İnsanın doğal hakkı özgürlük zeminidir. Özgürlük
zemini olan doğa durumunda barış yoktur: İnsan, insanın kurdudur. İnsanların
birliği doğal haklarından sözleşme ile vazgeçmeleri ve doğal haklarını egemen
devlete devretmeleriyle kurulur. Teolojiden ve doğadan kurtulmuş, birliğe ve
itaate bağlı Leviathan barıştır. Hobbes’un Leviathanı, çokluğa karşı halk,
itaate bağlı birliktir. Machiavelli’den gelen ve Hobbes’la doruğa ulaşan
politik ontoloji, egemenlik ilkesi hükmetme, tahakküm, iktidar ve itaat
üzerinden düşünülmüştür. Modernizmin burjuva egemenlik teorisi, meşruiyeti
“halk”ın rızasına ve itaatine bağlı olan bir hükmetme üzerinden işleyen bir
politik ontolojidir. Modern Devlet, çoğunluğun rızasına bağlı hükmetme
iktidarıdır.
Spinoza,
modernizmin hükmetmeye dayalı egemenlik teorisine antogonist bir itirazdır.
Spinoza’ya göre politik ontoloji, egemenlik pratiği değil bir özgürlük
pratiğidir. Bir özgürlük pratiği olan bu politik ontolojide, doğal hakkı
oluşturan, insanın özü ve özgürlüğü olan conatus,
bir başka deyişle, direniş hakkı asla devredilemez. Direniş hakkı elinden
alınmış çokluk özgür değildir, etkinliği elinden alınmış, keder içinde
köleleşmiştir. Halk, “çokluk”un tasfiyesidir. Politik ontoloji çokluğa dayalı barış,
özgürlük ve demokrasi pratiğidir; neşenin içinden, insanın bir doğası olan
bedene dayalı aklın kılavuzluğunda, politik pratik içinde ortak iyilerin
kuruluşudur. Devletleşme değil “toplumlaşma” olarak “ortak olan”, bir kurum ya da
aşkın iyi değil, politik pratik olarak elbirliği üretimidir. Ortak olan, çokluğun
“şimdi”deki elbirliği pratiğidir. Devlet bu bağlamda hükmetmek değil herkesin
herkesi yönettiği demokrasidir.
Marksist
gelenek, politik ontolojiyi modernist burjuva egemenlik teorisi içinde
kalmıştır. Aksine, politik ontolojiyi bir özgürlük pratiği değil, bir egemenlik
pratiği olarak düşünmeye devam etmektedir. Marksist geleneğin en önemli aporia’sı “devlet” savunusu zemininde
olmamasına rağmen politik ontolojiyi devlet üzerinden düşünmesidir. Devlet,
burjuva egemenlik teorisinin bir üretimidir. Özgürlük pratiği olarak politik
ontolojiyi düşünmek ise, devlete karşı antagonist bir pratik olan komünalist
demokrasidir. Modernizmin despotik makinesi devlete karşı, altermodernitenin
savaş makineleri ve çokluk, komünalist demokrasinin potentia’ sı ve tek politik
düzlemidir.
Sınıf ve Devlet
“Halk”
kavramı Marksist bir kavram değildir ve Marx, “halk” kavramı üzerinden düşünmez.
Marx, sınıf kavramı üzerinden düşünür. Marx için devlet, halkın sözleşme
üzerinden haklarını devrettiği bir temsil değildir, devlet “ bir sınıfın bir
başka sınıf tarafından baskı altına alınması için öngörülmüş bir aygıttan başka
bir şey değildir.”[2] Devlet,
topluma dışarıdan dayatılan ne aşkın bir güç ne de ahlaki bir fikirdir;
sınıflar mücadelesine içkin bir ifadedir. Marx, politik ontolojiyi sınıflar arası
güç ilişkileri içinden okur. Devlet, sınıflar arası iktidar ilişkilerinin içkin
ürünüdür, devlet toplumun içinden çıkar ve toplumun üzerinde bağımsız bir güç
olarak durur. Egemen sınıf, devletin bu bağımsızlığı üzerinden kendi çıkarını
toplum çıkarı olarak örgütler ve güvence altına alır. Bu bağlamda, bütün
sınıflar bugüne kadar devlet makinesini ele geçirip daha da yetkinleştirmekten
başka bir şey yapmamıştır.
Proletarya
açısından ise, asıl olan devlet makinesini parçalamaktır. Marx bunu açıkça
söyler: “İşçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi
almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla bürokratik ve askeri makineyi başka
ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacaktır.”[3] Proletarya
için devlet, kurucu bir güç değil, parçalanması gereken karşıdevrimci sınıfsal
bir güçtür.
Marx açısından devlet
politik olarak yıkılması gereken bir makine olduğu halde, Marx yine de siyasal
bir geçiş olarak devlete neden hâlâ ihtiyaç duyar? Bu sorunun yanıtı, Marx’ın
Joseph Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda saklıdır: “Modern
toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru
bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf
savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların
ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yaptığım yenilik şunları
kanıtlamaktı: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin
gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde
bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya
diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün
sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten
ibaret olduğu.”[4] Görüldüğü gibi, modern sınıfları, sınıflar
mücadelesini ve bu sınıfların ekonomik yapısını bulan Marx değildir. Marx’ın
önemsediği, öne çıkardığı ve Marx’ı Marx yapan asıl buluşlar, yukarıdaki üç
maddede sıralanmıştır. Üçüncü maddeden öncekilere doğru geriye gidildiğinde, “bu
diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız
bir topluma geçişten ibaret olması” vurgusu daha da önemli hale gelir.
Marx için proletaryanın önemi, sosyolojik bir sınıf olmasından değil, kendisi
dahil bütün sınıfları ortadan kaldıracak tarihsel-politik bir sınıf olmasından
ileri gelir: “Komünist devrim… çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların
egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır; çünkü bu
devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir
sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün
sınıfların, bütün milletlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf
tarafından gerçekleştirilir.”[5] Bu bağlamda Marx’ın tarihsel önemi, “sınıf”
kavramına ve sınıflar mücadelesine, “sınıfları ortadan kaldırma” politik
pratiğiyle devrimci bir müdahalede bulunmasında yatar. Mark için sınıflar
mücadelesinin önemi, “sınıf” kavramını ortadan kaldıracak “sınıfsız” toplumsal
ilişkilerin kurulabileceği tarihsel olanakların politik olarak keşfinden ileri gelir.
Marx’ın sınıf kavramına verdiği önem toplumun sınıfsızlaştırılmasıyla doğrudan
bağlantılıyken, Marx’ın “sınıf “ kavramı dışında düşünülemez hale getirilmiş
olması başlı başına düşündürücüdür. Bunun yerine, Marx, sınıfsallaştıran, sınıf
üreten toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması bağlamında, toplumsal
ilişkilerin sınıfsızlaştırılması üzerinden düşünülmelidir.
Nitekim Marx emeği de bu
sınıfsızlaşma perspektifi içinden okur: “İşçi kendi kendini emek kapasitesi
olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi
kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini
üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden-üretmektedir.
Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün
olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir, vb.”[6] Bu bağlamda, “aynı zamanda hem ücretli emeğin
korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi
içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir.”[7] ”Ücretli işçilik sistemi sürüp gittikçe, eşit ya da
adaletli iş ücreti istemek, kölelik sistemi temeli üzerinde özgürlük istemekten
ayrımsızdır.”[8] Marx’ın bu satırlarında açıkça görüldüğü üzere, ücretli
emek sermayenin yabancılaşmış bir biçimidir, politik olarak da ücretli emek
emeğin sınıflaştırılmasıdır ve dolayısıyla sistem içidir. Ücretli emek, emeğin
sınıflaştırılmış biçimi olarak, reformizmin sınıfsal temeli, halk ise emeğin
uluslaştırılmış biçimi olarak faşizmin toplumsal temelidir. Politik olarak
ücretli emek, işçi sınıfını, sınıf içi tutar ve sermayeyi üreterek kendini
olumlar. Oysa Marx için proletarya, ücretli emeğin reddidir. Antagonizma, emek
ile sermayenin bir biçimi olan ücretli emek arasındadır.
Marx’ı Marx yapan ikinci buluşu, “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak
proletarya diktatörlüğüne varacağı”dır. Bu ikinci buluş, Marx’ın en devrimci soyutlamasıdır.
Proletarya diktatörlüğü, antagonist sınıflar arası mücadelenin devrimle
sonuçlanmasının kaçınılmazlığını ifade eder: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim
düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan
başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: Proletaryanın
devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt
etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün,
devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.”[9] Proletarya diktatörlüğü devlete değil devrime yakındır. Devrimin
içinden düşünülen devlet ise, bir zor aygıtı olarak, geçici bir siyasal süreç
için kullanılmıştır. Zor aygıtı olarak sınırlanmış “devlet”in, kavram olarak
sıkıntılar yaratması üzerine, Engels “biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde,
topluluk (Gemeinwesen) gibi,
Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün
kullanılmasını önermekteyiz”[10] diyerek, “devlet” kavramıyla mesafesini “komün” kavramı
üzerinden ifade etmiştir. Fakat Marksist gelenek bunun anlamı üzerine hiç düşünmemiştir.
Devletin Marksizm için aporia haline gelişi, Marksizmin “devlet” kavramıyla olan
geriliminden başlamıştır. Devlet kavramının Marksizmin düşündüklerini ve komün
pratiğini ifade edecek bir kavram olmadığı açık olmasına rağmen, bu kavram Marksistler
tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Bu aporia’nın nedeni, üçüncü madde ile ikinci madde arasındaki
gerilimdir: Komünizm, emeğin sınıflaştırılmış biçimi olan “ücretli emek”le birlikte
tüm sınıfların ortadan kaldırılmasını ifade ettiği halde, bir sınıf
diktatörlüğü ve bir sınıf üretme ilişkisi olarak “devlet”i savunmaya devam
edilmesidir. Bunun gerilim, devrimin yalnızca burjuva egemenlik teorisi içinden
düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Politik ontoloji yalnızca egemenlik ilkesi
üzerinden düşünüldüğünü için, “devlet” kavramına ihtiyaç duyulmaktadır. Politik
ontoloji özgürlük pratiği olarak düşünüldüğünde, bir özgürlük pratiği olan
“Devrim”, “Devlet” kavramına artık ihtiyaç duymayacaktır. Komün, proletarya
diktatörlüğünü ve devrimin zorunu bizzat üstlenir. Sermayenin kendini olumlama
pratiği sınıf üretme ilişkisine içkindir ve despotik makine devlet, sınıfsal
bir makinedir. Buna karşılık, emeğin olumlama pratiği ise toplumsal ilişkilerin
sınıfsızlaşmasına içkindir ve despotik makineye karşı savaş makinesidir.
Sermaye ile ücretli emek arasında antagonizma yoktur, antagonizma emek ile
sermayeleşmiş sınıf olan ücretli emek arasındadır. Şiddet, özgürlük pratiğinin antagonizmasına
içkindir. Devlet, antagonizmaya içkin olan şiddeti kapan ve onu düzenli ordu ve
polis kurumuna çevirerek emeği silahsızlaştıran despotik makinedir.
Sermayenin Ekonomi Politiği ve Devlet
Marx, devlet aporia’sını
Hegel’in ve ekonomi politiğin içinde kalarak olumsuz bir yerden çözer. Devlet,
politik bir olgu değil ekonomi-politik bir olgudur. Üretici güçler, ücretli
emeği ortadan kaldıracak ve toplumsal zenginlik gürül gürül akacak seviyeye
gelmeden, bu düzeyde gelişmeden Devlet, sönümlenmeyecektir. Marksizmin içinde
açık olmasına karşın bir sır olarak kalan bu hakikat 1848 devriminin
özeleştirisinde saklıdır: “Tarih bizi ve benzer
düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki
iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz
yeterince olgunlaşmamıştır ve tarih, bunu 1848’den bu yana bütün kıtayı
kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da ve son olarak Rusya’da
büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci
sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren – bütün bunlar kapitalist bir temel
üzerinde, yani 1848’de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak
üzere – iktisadi devrimle tanıtlandı.”[11] “Ama
bu yenilgilerde yenik düşen devrim değildi. Yenilgiye uğrayan, devrim-öncesi
geleneksel uzantılar, keskin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına henüz
gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları idi.”[12] Tam da bu yüzden, “iktisadi devrim”
ve buna bağlı olarak “iktisadi gelişme” devam ettiği sürece, gerçekçi bir
devrimden bahsedilemez. Proletaryanın, sınıflar mücadelesi tarihinde politik
olarak sahneye çıktığı 1848 devrimi “olgunlaşmamış” iktisadi koşullara yenildi.
Yenilen, burjuvazi ile proletarya arasındaki henüz “keskin, uzlaşmaz sınıf
karşıtlıkları noktasına gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları” idi.
İki antagonizmadan
bahsedebiliriz: birincisi sınıflar arasında politik antagonizma; ikincisi,
üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki antagonizma. 1848 devriminin özeleştirisine
göre, sınıflar arası politik antagonizma, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki
antagonizmanın olgunlaşmasına bağlıdır. Emeğin kendini olumlamasının politik
pratiği olarak antagonizma, sermayenin kendini olumlama pratiğinin krizlerine
ve evrimine gömülmüştür. Marx’ın Hegel’e geri döndüğü nokta burasıdır: “Felsefe
kendisini tarihte gerçekleştirir, tarih felsefe tarihidir” söylemi ayakları
üzerine oturtulduğunda tarih, sınıflar mücadelesi ve devrimler tarihine değil,
üretici güçlerin gelişme tarihine dönüşmüştür. Aşkın İdealizm, yapısal determinizm
olarak böylece yeniden karşımıza çıkar. Bu bakımdan, Marksizmin antagonizma
teorisi bu Hegelyan bağlamı nedeniyle problemlidir. Hegel’de antagonizma
yoktur, özdeşliğin dinamiği olan çelişki vardır. Varlık, kendini olumsuzlayarak
kendiyle çelişir ve karşıtını üretir, üretilen karşıt da kendini olumsuzlayarak
geri dönüp kendini olumlar. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, varlığın kendini
olumlama pratiğidir. Tarihsel çelişkilerin diyalektik yabancılaşmasından geçen
“olgunlaşma”ya dayalı antagonizma, çelişkiyle ikiye bölünen ve karşıtlaşan “özdeşlik”
in kendisinin ortadan kalkmasıdır. Hegel’deki çelişki, sermayenin özdeşliğinde ücretli
emek ile burjuvazi arasındaki devinime karşılık gelir. Bu devinimin
olgunlaşması tamamlanmadan sermaye ve ücretli emek özdeşliği, varlık olmaktan
çıkamaz. Emeğin özgürlüğü, üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak sermayenin
olgunlaşmasına, bir başka deyişle kendini devindiren çelişkinin sürdürülememesine
bağlıdır. Varlık ancak çelişkisini, karşıtını üretme gücünü yitirdiği zaman yok
olacaktır. Oysa antagonizma, özdeşliği kuran çelişkinin olgunlaşması değil,
özdeşliğin varoluşsal varlığı olarak çelişkinin parçalanmasıdır. Varlık,
kendini değil, kendisini olumsuzlayan karşıtını olumsuzladığında antagonisttir.
Karşıtlık, “Ben”in kendini olumsuzlaması olan çelişkide değil, “ben”inin
varlığını olumsuzlayan karşıtla antagonizmasındadır. Varlık kendini olumlar, antagonizma
da kendini olumsuzlama değil kendini olumlama pratiğidir. Emeğin kendini
olumlama pratiğine dayalı olan antagonizma, emeği, ücretli emek altında
sınıflaştırarak sermayeleştiren, sermayenin çelişkiye dayalı özdeşliğini
parçalamaktır. Politik ontolojiyi özgürlük pratiği olarak düşünmek tarihsel
ereğe değil şimdiye içkin sürekli devrimdir.
Marx’ta rastladığımız, Hegel’in
çelişkiye içkin özdeşliğine gömülmüş olan antagonizma anlayışına göre, “üretici
güçler, rekabeti gereksiz kılacak denli gelişmedikçe ve dolayısıyla rekabet de
süregeldikçe, bağımlı sınıflar da rekabeti ve onun ile birlikte devleti ve hukuku
ortadan kaldırma isteğini açığa vurmakla, gerçekleşmesi olanaksız bir şey
istemiş olurlar.”[13] “Burjuva
toplumun üretici güçlerinin, içinde burjuva koşullarının izin verdiği bollukta
geliştikleri bu genel gönenç dolayısıyla gerçek devrimden söz edilemez.”[14] “Üretici
güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline
gelirler. O zaman toplumsal devrimler çağı başlar.”[15] “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla
yok olamaz…”[16] “Yeni ve
daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski
toplumun bağrından çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar.”[17] Bu
alıntılarda açıkça görüldüğü üzere, emek ve devrim, böylece, sermayenin kendini
olumlama diyalektiğinin tarihi içine kapatılmıştır. Alman Marksizmi, Kautsky ve
Bernstein bu kapatmanın Marksistleridirler. Alman sosyal demokrasisi şu soruyu
sorar: Devrimin tarihsel koşulları ne zaman olgunlaşacaktır? Bu olgunlaşmanın henüz
gerçekleşmemiş olduğu günümüz koşullarında politik görevler nelerdir? Bu
sorulara verilen yanıtta, devlet bir zor aygıtı değil, sermayenin kendini
reforme etmesine dönük bir düzenleyici güçtür. Devletin yıkılmasından devletin
demokratikleştirilmesine böylece geçilmiştir.
Emeğin Ekonomi Politiği ve Devlet
Marx Alman İdeolojisi’nde, “Komünizm bize göre ne yaratılması gereken
bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ideadır. Biz
bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz,”[18] diye yazar. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere, Marx’a
göre komünizm, “ne yaratılması gereken bir durumu” önüne koymak bakımından, bir
toplum mühendisliğini, “ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir idea”ya
bağlanmış olmak bakımından, bir ereksel nedenselliği ifade eder. Marx açısından
komünizm, bugünkü duruma son verecek, “şimdi”ye içkin politik hareketin ta kendisidir.
Ne “idea” ne de “tasarı”dır; komünizm, harekete içkin amaçtır ve politiktir;
kapitalizmi yıkan içkin politik kudrettir ve bu kudretin komünalizmidir.
1848 özeleştirisinin en önemli yanı,
“bilimsel olmayan” Marx’ın “bilimsel” Marx’a dönüşümünün dinamiğini gözler
önüne sermesidir. Komünizm kavramını anlamlandırma mantığı da “bilimselliğe”
göre değişmiştir. Marx 1871’de Paris Komünü üzerine yazdığı Fransa’da İç Savaş kitabında şöyle der:
“Komün’ün gerçek gizemini…emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını
sağlayan siyasal biçimi alması oluşturur.”[19] Bu cümlede altı çizilmesi ve üzerine düşünülmesi
gereken yer, “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesidir. “Emeğin iktisadi kurtuluşu”
ne demektir? Dikkat çekici olan şey, devrimin ya da politik olanın “emeğin
iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağı” olarak görülmesidir. Demek ki
politik olan, “emeğin iktisadi kurtuluşu” için bir olanak ve “emeğin iktisadi
kurtuluşu”na göre sönümlenecek olan bir olgudur. Bu durumda “emeğin iktisadi
kurtuluşu” ifadesinin izini daha dikkatli sürmek gerekmektedir.
“Emeğin iktisadi kurtuluşu”nun ne
anlama geldiği, Kapital ve Grundrisse kitaplarından da elbette
anlaşılabilir, ama 1875’te kaleme alınan Gotha
ve Erfurt Programlarının Eleştirisi bu kurtuluşun anlamını çok daha çarpıcı
bir biçimde ifadelendirir.
“‘Emek, evrime uğrayarak toplumsal
emek haline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu
ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda servet ve kültür
gelişir.’ Bugüne dek bütün tarihin yasası böyledir.”[20] Bu alıntıda “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesinin
biraz daha netleştiği görülüyor. Ancak emek, zenginliğin, kültürün ve boş
zamanın kaynağı ve –daha sonra vurgulanacağı gibi- “yalnızca bir geçim aracı”
olmaktan çıktığı zaman, emeğin iktisadi kurtuluşu mümkündür. Bu durumda soru
şudur: Emeğin zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve bir geçim aracı
olmaktan çıkması bakımından, emeğin iktisadi kurtuluşu politik midir yoksa
ekonomi-politik midir? Marx’ın bize verdiği yanıt bizim açımızdan açık ve nettir:
“Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık
derecesinden daha yüksek olamaz. Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından,
bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki
çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim
aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman;
bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün
kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman,
burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak”tır.[21] bu durum vaat edilen bir cennettir.
Bu alıntıdan da anlaşıldığı üzere, yalnızca
kapitalizmin ekonomi politiği yoktur, komünizmin de bir ekonomi politiği
vardır. Kapitalizmde olduğu gibi komünizmde de ekonomi politik, politikliği
belirler, bir başka deyişle, altyapı-üstyapı ayrımı komünizmde de devam etmekte
ve işlemektedir. Politik olan, hâlâ “üstyapı”dır. Emeğin iktisadi kurtuluşu,
yani emeğin ücretli emek olmaktan çıkması, emeği “zenginliğin”, “kültür”ün ve “boş
zaman”ın kaynağı ve bir “geçim aracı” olmaktan çıkaracak olan toplumsal
zenginliğin gürül gürül akmasına bağlıdır. Ancak komünizmin toplumsal
zenginliği “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre” aşamasına
gelmeden, emeğin iktisadi kurtuluşunun koşulları olgunlaşmamış olacak ve
emeğin, ücretli emek olmaktan çıkması mümkün olmayacaktır; zaman, emek-değerin
ölçüsü, emek de ücretli emek olmaya devam edecektir. Sözün kısası, burjuvazi
politik, ekonomik ve kültürel alanlardan politik olarak yok edilse bile, sermayenin
yabancılaşmış biçimi olan ücretli emek devam ettiği sürece, burjuva hukukunun
varlığı ve buna bağlı olarak “devlet” de devam edecektir. Bu burjuva hukuk,
emek-değerin ölçüsü olarak zamanın varlığından ve emeğin ücretli emek olarak,
bir sınıf olarak varlığını sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. Ücretli emek bir
sınıftır, çıkarı sermaye içidir. Burjuvazi ortadan kaldırılsa bile ücretli emek
devam ettikçe sermaye de devam edecektir. Ücretli emeği ortadan kaldırmadan
sermayeyi ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bu koşullarda burjuva hukukuyla birlikte,
bir sınıf olan ücretli emek, emeğin üzerinde politik bir tahakküm olarak devam
edecektir ve bu durum “bilimsel” olarak kaçınılmazdır; burjuvazisiz burjuva
hukuku, devletsiz devlet ve politik tahakküm, emeğin iktisadi kurtuluşu
sağlandığı oranda sönümlenecektir.
Bilimsel olmayan Alman İdeolojisi’nde komünizm
politiktir; anti-kapitalizmin etiği ve kudretidir; kapitalizmin ve ekonomi
politiğin politik eleştirisidir. İşçi sınıfının kendisini sınıf ve ücretli emek
olarak reddi politiktir. Fakat bilimsel Marx’ta komünizm, politiklikten ekonomi
politiğin olgunlaşmasına dönüşür. Komünizm, ekonomi politiğin devrimci
eleştirisinden üretici güçlerin geliştirilmesi ve hızlandırılmasına, emeğin
toplumsal verimliliği üzerinden toplumsal zenginliğin birikimine
indirgenmiştir; sınıfın sınıf olarak reddi artık politik değil, ekonomi-politik
evrimdir. Marx’ın emek değer teorisi, kapitalizmin devrimci eleştirisi olmaktan
çıkıp modernizmin ilerlemeciliğine, kalkınmacılığına gömülmüştür.
Bir yol ayrımındayız! Hakikatimizi
görmeliyiz, krizimiz var! Kapital’i
ya politik olarak okuyacağız ve emek-değer teorisini antagonizma üzerinden
kapitalizmin politik eleştirisine dönüştüreceğiz ya da ekonomi politik içinde
kalarak devrimci Marx’ı, bilim insanı Marx’a dönüştürecek ve modernizmin
diyalektiğine gömeceğiz.
Komünizmin ekonomi politiği yerine
komünizmin politiği olan bir özgürlük pratiğini düşünerek, bir başka deyişle,
politik olanı bir üstyapı değil bir altyapı olarak düşünerek Marx’ı
güncelleştirmemiz gerekiyor. Politik ontoloji “beden”dir. Politik ontolojiyi
özgürlük pratiği olarak düşünmek, komünizmin ekonomi politiğine komünizmin
politiği perspektifinden bir müdahaledir. Demokrasi bir üstyapı kurumu değil
bir altyapıdır. Öz-örgütlenmelere dayalı üretimin komünalist örgütlenmesi olarak
emeğin, ücretli emeği tasfiyesidir. Emeğin, ücretli emeği tasfiyesi politiktir
ve bu bağlamda antagonisttir.
Devlet, komün pratiğinde, devrimin
ve bu bağlamda proletarya diktatörlüğünün bir zor aygıtı olarak; Alman Marksizminde
demokratikleştirilmesi gereken düzenleyici güç olarak; Ekim Devrimi’nde ise,
toplumsal sermayenin birikimini sağlayan sermayenin tüzel kişiliğinin
cisimleştiği devlet kapitalizmi olarak düşünülmüştür. Ekim Devrimi emeği, sermaye
içi bir sınıf olan ücretli emeği, devlet üzerinden burjuvalaştırmıştır.
Sermayenin kişilikleşmiş biçimi olan
burjuvazi politik olarak tasfiye edilse bile, sermaye ücretli emek biçimi altında
ve devlet de ücretli emek sınıfına dayanarak, sermayenin bir sınıfsal gücü olarak
varlığını sürdürmeye devam edecektir. Devlet bir sınıf üretme ilişkisidir.
Devlet, ister burjuvaziye ister ücretli emek sınıfına dayansın, sermayenin
despotik makinesidir ve asla sönümlenemez ve sönümlenmemiştir.
Modernizmin ortaçağını yaşıyoruz.
Modernizmin ortaçağı postmodernizmdir. Sermaye içerebileceği her şeyi
içermiştir. Artık sermaye dışı hiçbir toplumsal ilişki kalmamıştır. Emek, finans kapitalden ücretini borç ve kredi olarak talep
etmektedir. Her toplumsal ilişki çürümeyi tadacaktır. Bu bağlamda Modernizmin
çoğunluk-azınlık ikiliğine dayalı demokrasi anlayışı tarihsel olarak bitmiştir. Seçimlere dayalı çoğunluğun iktidarı
postmodern faşizmin temel düzlemidir. Devlet, parti ve halk sermayenin formları
olarak artık özdeştir. Burjuva
demokrasisi postmodern faşizm tarafından kapmıştır. Artık demokrasi azınlık-çoğunluk
düzleminde değil, bir alt-yapı olarak “çokluk” düzleminde devrimcileşecektir.
Özgürlük pratiği dayalı bir politik ontoloji, ancak devletin tasfiyesine içkin
öz-örgütlenmelere dayalı bir komünalist düzlem üzerinden bugünden düşünülebilir.
DİPNOTLAR
[1] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., 1993, s. 21
[2] K.
Marx, F.Engels, Devlet ve Hukuk,
derleme, Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, s. 59.
[3] K.
Marx, Kugelmann’a Mektup, 12 nisan 1871.
[4] K.
Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar 1, çev. Yurdakul
Fincancı, Ankara, Sol Yay., s. 72-76.
[5] K.
Marx, Engels, Alman İdeolojisi, Sol
Yay., 2004, s. 66.
[6] K. Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s. 492.
[7] K. Marx, a.g.e., s. 399.
[8] K.
Marx ve F.Engels, Devlet ve Hukuk, s.
119.
[9] F.
Engels, Bebel’e Mektup.
[10] F.
Engels, Bebel’e Mektup
[11] K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları
1848-1850, Sol Yayınları, 1988, s. 15.
[12] K.
Marx, a.g.e., 1988, s. 32.
[13] K.
Marx, F.Engels, Devlet ve Hukuk, s.
61.
[14] K.
Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar, Sol
yayınları, s. 226.
[15] K.
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı, s. 23.
[16] K.
Marx, a.g.e., s. 24.
[17] K.
Marx, a.g.e., s. 24.
[18] K.
Marx, ve F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları,
2004, s. 62.
[19] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2005, s. 66.
[20] K.
Marx ve F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M.
Kabagil, Sol Yayınları, 1989, s. 25.
[21] a.g.e., s. 31.
***
Yazar: Cengiz Baysoy
Cengiz Baysoy, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe bölümü lisans öğrencisidir.
İletişim: Kompanyeros@yahoo.com

Yorumlar
Yorum Gönder