Tanrıların Geri Dönüş Serüveni - Ali Özgül

Tanrıların Geri Dönüş Serüveni - Ali Özgül
1. Giriş
Farklı toplumlarda, zihni faaliyetlerin bir sonucu olarak Tanrı tasavvurlarının farklılaştığı düşüncesi, ileride de açıklayacağımız üzere, herhalde kimse için yadırganacak bir durum olmasa gerekir. Bu zihni faaliyetleri başlangıçta bölgesel, iklimsel ve hatta daha ileri zamanlarda siyasal yapıların büyük bir şekilde etkilediği görülür. Bunların örneklerini gayet açık bir şekilde bütün toplumlarda, gözlemlenen bulgulardan elde etmek mümkündür ve tarihin başlangıcından bu günlere kadar bu etkiden söz etmenin mümkün olması gerekir. Belki artık çok açık ve doktriner dogmalara sahip bir dinin ya da dinlerin mensupları olduğumuz zamanlardan bu yana, toplumlara göre değişikliklerin olabileceği argümanına, karşı bir argüman geliştirilmesi de gayet olası bir durumdur. Ancak tarih bize açık bir şekilde göstermektedir ki bu öğretiler hiçbir zaman evrensel olarak, ortaya çıktıkları bölgelerin dışındaki yerleri kapsayamamıştır. Aksine bu öğretiler, bölgesel ve iklimsel etkilerin dışında yine bölgesel ve iklimsel etkiler sonucunda toplumlarda oluşan karakteristik yapıyı da içinde barındırmaktadır. Tabii bunlar yüzde yüz gerçekliğe sahip tespitler değildir; ancak sosyal bilimlerin de bu yüzdelikte iş yapmazlar. Bugün İskandinav ülkelerinin, sert ve soğuk bir iklime sahip olması ile orada yaşayan insanların da soğuk bir yapılarının olduğu düşüncesi çok iç içe geçmiş örneklerdir. Bir başka örnek verecek olursak; Türkiye’nin Karadeniz bölgesinin dağlık olması ve sert bir iklime sahip olması ile oralarda yaşayan insanların daha sert bir mizaca sahip oldukları gibi düşünceler gayet tabii bir şekilde mevcuttur ve bu örnekler çoğaltılabilmektedir. Bu örneklerin veriliyor olması ile aslında insanların etkileşimde bulundukları şeylerle aralarındaki bağların her zaman farkında olduklarını anlamamız mümkündür. Yani insan kendini ve yaşadığı yeri anlamak ve anlamlandırmak adına belli bir takım ilişkiler kurmuş ve bu ilişkiler, bu etkileşimler sonucunda ister istemez kendilerinde bir değişim meydana gelmiştir. Aynı şekilde buna, dillerin neden farklı olduğu örneğini vermek de mümkündür. “Bildiğimiz kadarıyla konuşma, (eğer Merlin Donald haklıysa) taklitçi idrak ile birlikte Homo Sapiens’i diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir” (Watson, 2020, s. 69). İnsanların yaşadıkları bölgelerdeki doğal şeylere verdikleri ortak tepkilerin bir sonucu olarak, dillerin meydana geldiği gerçeği bize bu gibi çıkarımların yapılabileceğinin mümkün olduğunu göstermektedir. Bu sebepten bu metinde bu gibi çıkarımların yapılacak olması kesin yargılara varmak için değil, söz edilmesi mümkün olan şeyleri gündeme getirmek içindir.
2. Doğal Süreçlerin Kutsiyet Üzerindeki Etkisi
Bölgesel ve iklimsel şartların, zihni faaliyetlerimiz üzerindeki etkileri bugün bizler için oldukça ilginç yansımalar oluşturmuştur. Bu yansımaların, insan atalarının doğal olarak cereyan eden bazı olaylar karşısındaki tutumları sonucunda bugünki yaşanılan toplumların oluşmasına bir zemin hazırlamış olduğu gerçeği, en küçük bir detayı bile bizler için oldukça önemli kılmaktadır. İnsanın evrimsel sürecinde, ilk zihni faaliyetlerinin tamamen içgüdüsel olduğu ancak ilk fikrinin ya da soyut düşüncelerinin ne olduğuna dair farklı tartışmalar söz konusudur. “Bazı paleontologlara göre, insanın ilk soyut fikri, yaklaşık 700.000 yıl önce ortaya çıkmıştır: Taş el baltaları, aynı –standart- ölçülerde yapılmaya başladığında. Bilim adamlarına göre bu, erken dönem insanının zihninde bir el baltasının nasıl olması gerektiğine ilişkin bir ‘fikri’ olduğunu göstermektedir” (Watson, 2020, s. 24). Bu gibi dönemlerde avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanlardan, günümüze kadar gelmiş olan bazı örneklerinden hareketle, etkileşimde oldukları nesnelerin bilişsel faaliyetlerine nasıl bir etki yaptığı çok net bir şekilde görülmektedir. “Buzulların yayılıp geri çekilmesinin bir sonucu olarak, var olan av hayvanları değişmiş, bu da av gereçlerinde daha büyük bir çeşitliliği zorunlu kılmıştır. Var olan hayvanları ve bunların mevsimsel hareketini belirleme de, bir gereklilik haline gelmiştir” (Watson, 2020, s. 61). Avcı-toplayıcı gruplar, yeni türeyen avlarını ve besin bulmada zorlanmamak adına, yiyecek ve içeceklerini tanımlamak istemişlerdir. Bunun için ise 40.000 yıl öncesinde sanatın ortaya çıkması ile mağaralara resmedilen tasvirlerden hareketle, bu grupların aslında yiyecek ve içeceklerini kaydetmek istedikleri anlaşılmaktadır (Watson, 2020, s. 61). Öyle ki “Kuzeydoğu İspanya’da ve güneybatı Fransa’da, erişilmesi güç mağaralarda birçok şey bulunmuştur; bu mağaralarda, bir imge üzerine başka imgenin yapılmış olması, bu ulaşılması güç niş ve oyuklara tekrar tekrar –yüzyıllar, bin yıllar boyunca- geri dönüldüğünü gösterir. Bu yüzden mağara sanatının sanat olduğu kadar yazı – ilk insanların yiyecek için bağımlı oldukları hayvanların gizli ve kutsal bir kaydı – olarak da anlaşılması gerektiği düşünülmektedir” (Watson, 2020, s. 62). Bu zor yerlere yapılan tasvirler onlara bir kutsiyet yükleyip yüklemediklerine dair soruları beraberinde getirmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere insanın daha ilk zamanlarından bu yana -ister bir av yakalamak zor olduğu için, ister bazı hayvanları güçlü gördükleri için ya da bazı büyük avları şans eseri avlayıp hemen tüketememelerinden mütevellit bereketli olduklarını düşündükleri için- bir şekilde kutsiyet ortaya çıkmaya başlamıştır.
3. Barınmadan Önce Kutsiyet
Çok yakın bir tarihe kadar da bu kutsiyetin hangi boyutlara ulaştığını bilmiyorduk; ta ki 1994 yılında Göbekli Tepe’nin keşfedilmesine kadar. Göbekli Tepe’nin keşfi bize insanların henüz yerleşik hayata geçmeden önce ortak bir külte inandıklarını göstermiştir. Bazı arkeologlar bu ortak inanışın ya da dinin toplanma noktalarını, avcı-toplayıcıların belki de komünler olarak yaşadıkları dönemlerde burayı inşa etmek için bir araya geldiklerini düşünmektedir. Bu gibi örneklerden yola çıkarak, insanların henüz evlerini yapmadıkları yani henüz barınma gibi çok fazla önemli olan bir eksikliklerini tamamlamadıkları bir dönemde, inanç gibi bir ihtiyacı gütmüş oldukları gerçeği, son derece önemli bir husustur. Birbirleriyle çok fazla etkileşim içerisinde olmadıkları düşünülen bu insanların ortak bir külte, belki de belli zamanlarda gelip ibadet ettikleri gibi düşüncelerin, hatta illa belli zamanlarda gelmeleri bile söz konusu olmayan, yalnızca ortak bir kültün var olması son derece ilginçtir. Mağara dinleriyle ilgili teorilerden birisi de, mağaraların derin yerlerinde yani tasvirlerin çizildiği yerlerde farklı gazların bulunduğu ve oradayken insanların farklı bir bilinç durumuna geçtiğidir (Watson, 2020, s. 62). Bu açıdan bakınca kompleks inşalar yine çok açıklanabilir değildir. İnsanların trans deneyimini birebir yaşadığı durumlara inanması yani o hali birebir deneyimleyip ona kutsiyet atfetmesi başka, o trans durumunda elde edilenlere saygı duyma mahiyetinde, tapınaklar inşa etmeleri son derece başka bir şeydir. Çünkü herkesin, o kutsiyet atfedilen bilinç durumlarını yaşadığını düşünmek olanaklı değildir. Aslında bu düşünce belki de bizi hiyerarşinin oluşumuna götürebilmektedir. Bireyler arasında kutsiyet atfedilen şeyleri deneyimleyen veya yansıtabilenlerin söylediklerine olan inanç belki de bu şekilde gelişmiştir. Yani belki de, o deneyimi yaşayanların aktardıklarına inanmak, aktaranlara saygı duymak ile mümkün olurdu. Bunu bu şekilde temellendiriyor olmamın yegâne sebebi, gökten bir şeyler indiğini varsaymamak ve o dönemleri aynı o dönemlerde yaşayan insanların yapmaya çalıştığı gibi şimdilik açıklanamayan şeyleri anlaşılır hale getirmek içindir. Tek bir farkla ki, o da mistik unsurların temelindeki hakikati aramak istememizdir. Eğer insanlar trans bir şekilde yaşadıkları zihin durumunun bir sonucu olarak, devasa tapınaklar inşa etmeyi düşündülerse, bu, onların kendilerinden çok daha büyük bir şeyin parçası olduklarını hissetmeleriyle doğru oranlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Ya da çok büyük olan bir şeyin var olduğunu ve ona saygı duyulması gerektiğiyle doğru orantılı olarak geliştiği de düşünülebilecek bir şeydir. Bu değişim için yani kutsalın ortaya çıkması için farklı doğa olaylarının gerçekleşmiş olduğu düşünüldüğünde, yine insanın gücünün yetmediği noktalarda zayıflığını veya doğanın üstünlüğünü zorla da olsa kabul etmiş olması muhtemel görünmektedir. Öyle ki, tanrının bir kavmi cezalandırmak için bir tufan gönderdiği öğretisi, MÖ 5600 dolaylarında son buzulların erimesi sonucu, Karadeniz’in büyümesi ve bugünki halini alması olarak açıkladığımız bir olay olarak günümüze kadar cereyan etmiştir. Bugün hala doğanın üstün gücü karşısında bu olaylar ilahi bir tonda aktarılmaya devam etmektedir. Yani kutsiyet atfedilen mağaralardaki gizli kayıtlardan, komünlerin bir araya gelip ortak bir yapı inşa etmelerine kadar gelişen olaylar hala tam bir çözüm kazanmış değildir.
4. Geçiş Dönemi Tanrıları (Kadınlar)
Bu belirtilen zamanlara ait olduğu düşünülen, belli bir takım heykelciklerin bulunması, bugün bizlere o dönemlere bir yorum getirme imkânı vermektedir. Bu geçiş dönemlerine ait, mağaralarda bulunan heykellerde kadın tasvirleri önemli bir yer teşkil etmektedir. “Başlarında kırmızı aşı boyası ya da cinsel uzuvlarının üstünde kırmızı noktalar bulunan heykeller, adet kanının onlar için ilginçliğini vurgulamaktadır” (Watson, 2020, s. 65). O dönemlerde açıklanamayan bir olay olarak gözlemlenen bu hadise son derece ilginç olmalı ki, bebeklerle arasındaki bağ keşfedilince, kadınlar kutsal kabul edilmiştir. Aslında günümüzden bakınca, bu insanların yemek bulmak, barınmak ya da hayatta kalmak gibi amaçlarının dışında bir de kendilerinden olan ve kendilerine muhtaç olan bir canlıyı hayatta tutmak, üstüne üstlük onu sevme veya koruma gibi bir içgüdü, onlar için güçlü bir amaç haline gelmiş ve buna kutsiyet atfetmiş olabilirler. Bu kan ile doğum arasındaki bağ keşfedilmiş ve hamile olduğu anlaşılsın diye şişman olarak tasvir edilmiş heykelcikler bu özel durumları yansıtmak için yapılmıştır. “O dönemlerde erkeklerin doğumdaki rollerinin henüz farkında olmaması, kadınlara atfedilen kutsiyeti açıklamaktadır” (Watson, 2020, s. 65). İşte böyle bir bağlantı, aşıboyasıyla boyanmış kadın heykelciklerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu heykelcikler “Litvanyalı arkeolog, Maria Gimbutas’ın, ilk insanların erkek bir tanrıdan çok, bir ‘Ana Tanrıça’ya tapındıkları yönündeki iddialarını destekler” gibidir (Watson, 2020, s. 64). Yani buradan da anlaşılacağı üzere, insanlar kutsiyetlerinin temeline birebir etkileşimde oldukları, gizemli ya da faydalı gördükleri şeyleri koymuşturlar.
5. Ölümsüzlüğü Arayan Benlikler
Eski zamanlardan bugüne, insanların bir şeyi veya bir şeyleri, çok büyük ve hatta uğruna devasa yapılar inşa edebilecek kadar çok önemli gördükleri gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bunun temelinde yatan düşünce “benlik bilincinin” gelişmesiyle doğrudan orantılıdır (Watson, 2020, s. 66). Ölümü gözlemleyen bu insanlar, var olmanın ne demek olduğu hakkında düşüncelere sahip olacak ki, ölümden sonra yok olmadığı kanısına varabilsin. Ve bu kanılar bir öğretiye dönüşüp aktarılabilsin. Ki öyle de olmuştur. Ölümü anlamlandıramayan insan, eğer gerçekten ona tanrı seslenmediyse, kendisine tanrılar inşa etmiştir. Variyetlerinin devamı için getirilen öğretileri kabul etmişlerdir. Bu, son bulma korkusu diyebileceğimiz şey, kendilerine tanrılar inşa eden bu insanlara, kendilerinde öldükten sonra var olmaya devam edebilecek yanlar keşfettirmiştir. Bugün bunlar, yani ölümden sonraki yaşam düşüncelerini oluşturan temel dayanak noktaları, süslemeleriyle beraber gömülü bulunan insan mezarlarından anlaşılmaktadır. Bu türden örnekler bizlere “mezar tanrılarının varlığını ve eski dönem insanların hiç olmazsa bir öte dünya olasılığına inandıklarını gösterir; bu da, doğaüstü varlıklara olan inancı ortaya koyar” (Watson, 2020, s. 66).
6. Ahiretin ve Dinlerin İnşası
Günümüzden, dinlerin bu şekilde ortaya çıktığını düşünmek çok da yanlış olmasa gerektir. “Antropologlar, din için üç gereklilik belirlemişlerdir: Bireyin fiziksel olmayan bir öğesinin (“ruh”) ölümden sonra yaşayabilmesi; bir toplumda belirli kişilerin, doğaüstü varlıklardan doğrudan esin almaya özellikle yatkın olmaları; belli ritüellerin bu dünyada değişiklikler yaratabilmesi” (Watson, 2020, s. 67). Hiyerarşinin bu sebeple ortaya çıktığını söylediğimiz nokta burasıdır işte. Doğaüstü varlıklarla iletişime geçebilene saygı duyma düşüncesidir bu. Yunanca “prophet” kelimesi peygamber anlamına gelmektedir (Watson, 2020, s. 163). Kelimenin tam anlamı ise kutsal bir bilicinin mağarasının önünde duran kişi demektir. Mağara tasviri buraya da yansımaktadır. Aristoteles’in şehrin dışında yaşayan insanı, ya hayvan ya da tanrısal varlık olarak adlandırmasını belki buna örnek olarak verebiliriz. İlerlerde de göreceğimiz üzere, İslam dini için peygamber olarak kabul edilen Musa peygamberin Tur dağına çıkması ve orada ağaçla konuşması, Muhammed peygamberin Nur dağındaki Sina mağarasına çıkması ve orada ilk vahyi alması, yani ilimünasyon yaşaması gibi örnekler, temelde bu mağara dini görüşlerini destekler niteliktedir. Bu düşüncelerin etkilerini günümüzde de gözlemlemek mümkündür. Öyle ki, belli tarikatlarca halvete çekilme durumları, temelde, aslında bir mağaraya kapanıp ilimünasyon yoluyla bilgi almak için uygulanan ritüellerdir. Dinin ortaya çıkmasındaki gerekli koşullardan biri olarak kabul edilen ritüel faktörü, insanların tapınaklar inşa etmelerini, bir istek ve bir beklenti içerisinde olduklarını anlamamıza sebebiyet vermektedir. Bu noktada, mağara ayinlerini gerçekleştirenlerin o, farklı gaz durumlarının olduğu iddia edilen atmosferlerde, aşkın bir zihin haline yani bir ilüminasyon haline girdiği düşünülebilmektedir. Bunların ritüellere dönüşmesi ise, bu aşkın durumları yaşayan veya aşkın durumları yaşayabilme özelliğine sahip olduğuna inanılan insanların gözetiminde, yani bir inisiyasyon durumunda mağarada olmadan da bu zihin durumunu yakalama istekleri olarak temellendirmek mümkün olmaktadır. Bu uygulamaların sürekliliği onları ritüel haline getirmiş ve bu ritüellerin, zamanla insanların, tanrılarla aralarında yukarıda söylediğimiz gibi, karşılıklı istek durumunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun o zamanlarda da günümüzde anlaşıldığı gibi anlaşıldığını düşünmemiz bizi yanlış yönlendirmese gerektir. Günümüzde dinlerin bize vaat ettiğiyle, o dönemlerde vaat edilenler arasında pek bir fark olmadığını söylemek gayet mümkündür. Toplumun belli kurallar çerçevesinde bir arada bulunması, bu kurallara sirayet etmesi, onu iyi bir insan yaptığının ve bu iyi olma durumunun mükâfatını, hem toplumda hem de bir sonraki hayatta alacağına olan inancı, bugün olduğu gibi dinin ortaya çıktığı ilk zamanlarda da farksızdır. Bunu bu şekilde kesin olarak ifade etmemizdeki temel dayanak noktası ise, insanların geçmişten bu güne, tanrıdan beklentisinin değişmemiş olmasıdır. İnsan ortalama ömrünü deneyimlemek ve gözlemlemekle, yani bir şeyleri öğrenmekle geçirmektedir. Bu deneyimlerle öğrendiğimiz şeylerin önemi, onları, bizden sonra gelenlere aktarmamız ve bir tür olarak devam edebilmemiz açısından oldukça önemli bir noktadır. Yukarıda da söylediğimiz gibi mağaralardaki hayvan tasvirleri, aslında değişen av florasının bir kaydı niteliğindedir. İnsan bu görevinde başarılı olmak ve görevini tamamladıktan sonra var olmamak gibi korkutucu durumları düşünmemek adına, belli öğretilere sadık kalmıştır. Bunun içerisinde tanrı fikri de direkt olarak varlığının devamı açısından, ona ikinci bir hayatı verebilecek güçte olduğuna inanılan yegâne etkendir. Tabi insanlar zamanla, yalnızca toplumun dışına çıkarılmayacak, yani toplumdan dışlanacak kadar kötü veya yanlış olmadıklarını ispat etmeyi amaç haline getirip, ritüellerin asıl amacını elde etmeyi bırakmışlardır. İnsanın toplumdaki yerini, bu konuya yani tanrı ile olan ilişkisine dâhil ederek açıklamaya çalışmamızın sebebi ise yerleşik hayata geçişle beraber insan yaşamının değişmesi ve tabiri caizse tanrıların mağaralardan şehirlere inmesidir. Bu benzetme, ilk medeniyetlerin şehir yaşamlarıyla beraber ortaya çıkan bir durumdur.
7. Doyumsuz İnsan
Avcı toplayıcı olarak yaşanan bir hayatın, besin almak ya da gelişim açısından, tarım toplumlarına göre çok daha iyi olduğu kanıtlanmış bir şeydir. Buna “fosilleşmiş iskeletlerden elde edilen bulgular, eski avcı toplayıcıların açlık veya yetersiz besleme sıkıntısını kendilerinden sonra gelen köylülerden daha az çektiklerini, ayrıca genellikle daha sağlıklı ve daha uzun boylu olduklarını göstermiştir” diyebiliriz (Harrari, 2019, s. 65). O zaman ne oldu da insan temelde çok daha kalitesiz ve yorucu bir yaşam sürmeyi, rahat ve bol besinli bir hayata tercih etmek durumunda kaldı? Bu soru belki, beraber yaşamanın getirdiği güvenli ortam olarak, belki de dini sebepler olarak yanıtlanabilir. Öyle ki yerleşik hayata geçilmeden öncesinde, dini toplanma merkezlerinin inşa edilmiş olması, zamanla insanların bu toplanma yerlerine daha kolay ulaşabileceği yerlerde barınmak istemelerini beraberinde getirmiş olabilir. Ya da beraber yaşamanın, olası tehlikeli durumları daha aza indirgediğini düşündükleri için olabilir. Ancak burada, insanın var oluşunu devam ettirebilmesi için tanrıları ve öte dünyaları inşa ettiğinden bahsederken, aslında insanın, yaşamın çok daha fazlasını istemesini örneklendirmiş de sayılırız. İşte tam buraya “insanın biriktirme isteği” olarak adlandırılan aç gözlülüğünü koymak, gayet mümkün görünmektedir (Harrari, 2019, s. 65).
8. Kutsal Şehir ve Tapınaklar
İnsanın yerleşik yaşamı hakkında söyleyeceklerimiz, tanrıları ile ilgili olarak söyleyeceklerimizle doğru orantılı olacaktır. Çünkü yerleşik hayatla beraber aslında kendisini her açıdan sınırlandırmış insanın ihtiyaçları ve bununla da doğru orantılı olarak beklentileri çoğalmaya başlamıştır. Öncesinde avlayabildiğini yiyen, avlayamadığı zamanlarda topladıklarıyla beslenen insan, yerleşik tarım toplumunda bin bir zahmetle belki aylarca uğraşarak baktığı buğdayla ya da patatesle beslenmeye başlamıştır. Bu uzun süreli tarım işleri, tanrılarının da değişmesine sebep olmuştur. Mahsulden beklenilen bolluk için, sonrasında mahsulün sel ya da herhangi bir doğal felaket durumunda tahrip olmaması için tanrılar geliştirmiştir. Tabi bu durumlar ihtiyaç fazlasını yaratacak ve insanlar fazla mahsul için koruyucu tapınak mahiyetinde, kabaca ambar görevi üstlenen tapınaklar inşa etmeye başlayacaklardır. Bu tapınaklar ise insanların yine etkileşim içerisinde oldukları doğal yaşamdan örneklerle oluşturulmuşlardır. Bunların ilk örnekleri Sümer şehir devletlerinin Zigguratlarıdır (Sivas, 2011, s. 37). “Doğal yükseltileri olmayan dümdüz bir ülkede, geldikleri dağlık yerlerin anısını yaşatmak, dolayısıyla Göktanrı’ya daha yakın olabilmek, onunla daha dolaysız ilişkiye geçebilmek için kurulmuş büyük yapılardır bunlar” (Maden, 2020, s. 13). Şehir yaşamı bu Zigguratların etrafında oluşmuştur. Her şehrin Tanrısı farklıdır ve hatta özel olarak kişisel tanrılar da vardır bu şehirlerde. Bu tanrı tasvirleri ilerleyen zamanlarda korucu sıfatını yüklenen şehir krallarına yüklenmeye başlayacak ve bambaşka, tanrı krallar ortaya çıkmaya başlayacaktır. Ancak bunların temel dayanak noktasında Gılgameş örneğini vermek, elimize geçen ve o dönemlere ait olduğu bilinen ilk kayıt olması bakımında önemlidir. Gılgameş’in “üçte ikisi tanrı etinden üçte biri insan etinden” olarak tasvir edilmesi, insanların yalnızca mağaralardaki gibi kutsalı haber verenlere değil, şehir yaşamında koruyu rolündeki krallarına da bu kutsiyeti atfetmelerine sebep olmuştur (Maden, 2020, Tablet I: 4). Aralarında büyük fark olduğu görünen bu kutsiyetlerin farklılaşmasının sebebi yukarıda da söylediğimiz gibi şehir yaşamıyla beraber değişen ihtiyaçlar ve beklentilerdir. İnsanlar artık kendi şehirlerinde, kendi evlerinde, kendi bahçeleriyle yani gelişen özel mülkiyet alanlarıyla meşgul olmaya başlamış ve bu mülkiyetleri onların daha korunaklı bir yaşam sürmek istemelerini beraberinde getirmiştir. Buraya belki de, insanların bazı şeyleri garanti altına almak istediğini de eklemek mümkündür. Artık mağaradan haber veren kutsalların değil, onların tarlalarındaki mahsullerini çalmak isteyen hırsızlardan koruyan tanrılara ihtiyaç ortaya çıkmış ve bunu bir kralın karşılaması üzerine, krala kutsiyet atfedilmiştir. Tabii bilinçaltında tufan yıkımını barındıran bu insanlar için surlar inşa etmek de bir kutsiyet sayılmıştır. Onları sulardan ya da düşman şehirlerden gelen saldırılardan kurtaran surlar “pişmiş surlar” onlar için önemlidir (Maden, 2020, Tablet I: 3). Bugün bizim de, çok işimize yarayan bir eşyaya ne kadar önem verdiğimiz göz önüne alındığında, aslında o zamanlarda yaşayan insanlar için büyük surların inşa edilmiş olmasının ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır.
9. Tanrı Krallar
Mağaralarda, kutsiyet atfedilip resmedilen, tanrısal varlıkların doğadan esinlenerek bir şekil aldığını söylemiştik. Şehir yaşamında ise, bu tanrıların nasıl bir form kazandığı sorusu, herkesin tahmin edebileceği bir şeydir. İlk kayıtlar, hayvan olarak bilinip, insan olarak tasvir edilmeleri üzerinedir. Gılgameş annesi Ninsun bir inektir babası ise bir şeytan (Maden, 2020, s. 25). Bu karışık tasvir bir geçişi ve insanlaşan tanrıları işaret etmektedir. Bunun daha ileri boyutlarını mısır medeniyetinde göreceğiz. Mısır medeniyeti başlangıcında kabilelerin ya da sülalelerin birleşmesi ile krallık olmuşlardır (Sivas, 2011, s. 50). Bu krallıkların yönetiminde sülaleler etkin bir rol oynamaktadır. Bu sebepten sülaleler olarak ayrılan dönemleri mevcuttur. Bizim burada konu edeceğimiz nokta ise 4. ve 5. sülalelerin olduğu dönemdir. Bu “dönemin en önemli gelişmelerinden birini, güneş dininin ortaya çıkması oluşturur. Mısır firavunları, ‘Ra’nın Oğlu (Güneş Tanrısı’nın Oğlu = Horus)’, unvanını kullanmaya başlamışlardır” (Sivas, 2011, s. 52). Bu Tanrı oğlu sıfatı ile artık Tanrılar insan bedenli hayvan başlı olarak tasvir edilmişlerdir. İnsan artık kendi yapabildiklerinin bir sonucu olarak kendisine kutsiyet atfedip, tahayyüllerinin uç noktalarındaki Tanrı tasvirlerini kendilerine benzer olarak değiştirmeye başlamışlarıdır. Bu değişimi, eğer ki daha önceki animist totemlerin çıkış noktalarından ele alıp incelersek, insanların kendilerine bu atıfları yapmalarında haklı oldukları anlamış oluruz. Çünkü güçlü gördükleri hayvanların, onları koruyacağına inandıkları için bir hayvanı totem haline getirmek ve ondan bir şey ummak ile zamanla insanların, surlar inşa etmeleri, evler yapmaları ya da tarlalarda çalışmaları yani ürün fazlasının elde edip sonrasında muhafaza edilebilmesi gibi organizasyonları, yönetecek kişilere duyulan saygı ve yüklenen kutsiyet aynı olacaktır. O yüzden artık krallar, tanrı olmuşlardır. Tanrı kral tasvirleri, yönetim açısından güçlü bir tutum yakalamış, her şeyi yapma yetkisine sahip, başına buyruk kralların, bencil ya da hırçın davranışlarıyla halkı yıldıracak ve bir zaman sonra, dini olarak insanları tatmin etmemeye başlayacaktır. Bu durum farklı inanışların etkileşimine sebep olacak, öyle ki; “Mısır’daki firavunların tanrılaştırılması örneğinden hareketle ve Doğu’daki Yunanlı kralların benzer uygulamalarından etkilenerek geliştirilecektir. Romalılar, Akdeniz’in doğusunda yaşayan halklarla ilişkiye geçtikten sonra, bunların yüzyıllardır krallarına tanrı olarak taptıklarını görmüş ve bu durumdan etkilenerek kendi yöneticilerine de birer tanrı olarak hitap etmeyi uygun bulmuşlardır” (Dürüşken, 2011, s. 37). Ancak bu yaklaşım da daha ilerleyen zamanlarda, yukarıda da değindiğimiz gibi farklı sonuçlar doğuracaktır. Din, bir inanç sitemidir ve insanın akledilebilir bir şeye bu kadar büyük bir tutkuyla bağlı olması kolay değildir. İnsanların kendilerini tanrı olarak atfetmeleri yani şehir yaşamında, insanlara tanrılardan beklenileni verdiğine inanan birinin, kendisini tanrı olarak atfetmesi çok tatminkâr bir nokta değildir. İnsanlar bir zaman sonra kendi hırsları peşinden koşan tanrı kralların aslında manevi olarak onlara bir şey hissettirememesi üzerine kendilerine her zaman yenilikler aramış ya da yaratmışlardır. Bunun tarihteki örnekleri, bugün bizlere, maneviyatın, siyasetle iç içe olması durumlarında aslında ne kadar etkisiz olduğunu göstermektedir. Bu etkisiz manevi durumlar, yeni arayışlara ve farklı kültlerin birbirleriyle etkileşime girmesine sebep olmuştur. Antik Yunan ve Roma’nın bu etkileşimiyle “eskiden fırtınayla ve çiftçilikle ilgili olan Tanrı Mars, Yunanlıların Ares’iyle özdeşleşip savaş tanrısı oldu. Tanrıları babası Iuppiter, Zeus’la; kadınların ve evliliğin koruyucusu Iuno, Hera’yla; tanrıların habercisi Mercurius, Hermes’le özdeşleşti. Sanatçıların, zanaatkârların tanrıçası ve Roma bilgeliğinin ruhu Minerva, Pallas Athena…” gibi bir harman oluşmuştur (Dürüşken, 2011, s. 27-8).
10. Siyasi Dinler
Siyasi amaç doğrultusunda kendisine kutsiyet atfeden kralların bu yaklaşımları, ilerleyen zamanlarda daha farklı yorumlanacak ve devlet dinleri ortaya çıkacaktır. Zamanla dinlerin insanlar üzerinde bağlayıcı bir rol oynadığının keşfedilmesi yani insanların zor koşullar altında kaldığı zaman, şüphe etmeden sığınabileceği bir şeyin varlığına ihtiyaç duyması, siyasiler tarafından daha makul görülmüş ve yönettikleri yerlerde toplumların kendi dinlerini yaşamalarına ses çıkarmamıştır. Bu kısım artık tamamen siyasi olup, devletin yönetimde işlerine kolay gelecek bütün uygulamaları kabul etmesiyle ya da teşvik etmesiyle doğru orantılıdır. Bu kabul yukarıda söylediğimiz sentez durumlarının ortaya çıkmasına sebep olmuş, teşvik durumu ise insanları zorla bir şeye inandırmak gibi bağnaz ve baskıcı bir tutumun oluşmasına sebep olmuştur. Yani artık bu organizasyonlar insanların neye inanması gerektiğini onaylar nitelikte bir konumda yer almaya başlamaktadır. Daha farklı şekilde söyleyecek olursak din, artık insanların manevi olarak ihtiyaçlarını tamamlamak istedikleri bir şey olmasının yanında, devlet yönetimindeki kişiler için tamamen siyasi olarak cereyan eden olumsuz şeyler karşısında, halkın çok fazla tepki vermemelerini sağlayacak ya da verilen tepkilerden kendilerini koruyacak bir kalkan görevi görmektedir. Siyasetin işine yaramasının yanında, dinin bu şekilde algılanması insanların farklı seçenekler karşısında yapmış oldukları sentezle birlikte, zamanla farklı dini ritüellerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar belki, devletin dininin esas olduğuna inandıkları için başka hiçbir dini uygulamayı kabul etmeyecek kişiler olacak ya da farklı kültlerin birleşmesi ile çok uçarı uygulamalar olacaktır. Bu uygulamalar belli dönemlerde teşvik edilmiş ancak bir noktadan sonra talep edeni çoğaldıkça ve fanatik bir rol üstlenmeye başladıkça, yani toplumun birleştirici bir rol oynayan yapısına zarar vermeye başlayınca, yönetimler bu sefer, bu uygulamaları kesin olarak yasaklamakla uğraşmışlardır. Bir alıntıyla örnekleyecek olursak: “Livius Consul’un Bacchanalia törenine katılan bir kadınla görüştüğünü ve bu dine katılanların çılgın davranışlarını ve insan kurban edilmesinden tutun çocuk kaçırmalarına ve oğlan çocuklarına cinsel tacizlerine kadar yapılan sapıklıklardan haberdar olduğunu bildirir” (Dürüşken, 2011, s. 99). Buradan şöyle bir çıkarım yapmak mümkün olacaktır: İnsanlar inançları adına ya da inanç kılıfıyla yapılması doğru olmayan şeyleri yapmaya pekâlâ muktedirdir. Yani insanların tanrısal tasavvurları belli noktalarda sapkınlıklara ve caniliklere tekâmül etmeye başlamıştır.
Sonuç
Mağaralardan, mağaralardaki aşkın zihin durumlarından beklenen ilimünasyonu dışarıda bulmaya çalışan insanlar, kendi istek ve arzularını kendi tasvirleriyle birleştirip, esrik hallerde o zihin durumlarını aramaya çalışmıştır. Bir yerde yas tutan tanrıya hitaben, yemeden içmeden kesildiği günlerde onunla beraber oruç tutmayı düşünenler, başka bir yerde kendini, sevdiği dışında bir başkasına vermek istemeyen bir tanrının kendini hadım etmesi dolayısıyla, kendini hadım eden insanlar gibi içlerinde çeşitli aşırılıkların bulunduğu ilginç örnekler geçmişten günümüze sayısız şekilde devam etmektedir. Yöneticiler gibi bireysel olarak kişiler de kendi istek ve arzuları doğrultusunda inançlarını şekillendirmiştir ve hatta değiştirmişlerdir. Öyle ki maddi gücü yüksek, burjuva sınıfından olan insanların bir toplulukta sözünün daha çok dinleniyor olması, zamanla bu insanların dini konuları da kendi menfaatlerine göre yorumlamasına ve bu yorumların toplumda da kabul görmesine sebep olmuştur. Bu konunun örneğini bugün 21.yy’dan vermek isteseydik de çok zorluk çekmezdik. En basit örneğiyle, bu dünyada maddi olarak çok varlık sahibi olmayanlar için cennette büyük zenginlikler elde edeceği fetvasını veren insanların saraylarda yaşıyor olması bu örneği trajikomik bir duruma getirmektedir. Bundan çok daha beteri ise bazı fanatiklerin, bu fetvaların doğru olmadığını söyleme cesareti gösteren insanları hain ya da farklı çirkin sıfatlar ile yaftalıyor olmasıdır. Her dönemde cereyan etmiş bu tarz olaylar hattı zatında insanların bu gibi fetvalara ya da öğretilere olan inançlarını zayıflatmıştır. Çünkü bu öğretilerin samimi olmadığını ancak ve ancak belli kimselerin gözlerini boyamak için anlatıldığını ve çarptırıldığını anlamışlardır. Bu durum ise bizi konumuzun en başına yani insanların mağaralarda iliminasyon yaşadığı durumlara geri götürmektedir. Yani şartlar, insanları cemaatlerden koparıp, mağaralara götürmeye başlamıştır. Öyle ki menfaatler uğruna çarptırılan veya değiştirilen öğretilerle değil, bu öğretileri aracısız olarak kendilerinin yaşayabileceğine veya hissedebileceğine olan inanç körüklenmeye başlamıştır. Varlık ile yokluk arasındaki sorular üzerine, içinde tatmin edilemeyen bir yan olan insanoğlu, kutsiyeti bence artık insana yüklememesi gerektiğini öğrenmeye başlamış ve kendinde bir şeyler aramaya yani kendi mağarasındaki güzellikleri keşfetmeye yönelmiştir. Eğer bu söylediklerim bugün için hala söz konusu değil ise de insan bir gün bütün yanlışı kendi mağarasından çıkmakla yaptığını anlayacaktır.
Kaynakça
Dürüşken, Ç. (2011). Roma’nın Gizem Dinleri (bs. 12). Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
Harari, Y, N. (2019). Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens (bs. 53). Kollektif Kitap.
Maden, S. (çev.). (2020). Gılgamış Destanı (bs.12). İş Bankası Kültür Yayınları.
Sivas, T. (2011). Uygarlık Tarihi. Açık Öğretim Fakültesi Yayınları.
Watson, P. (2020). Fikirler Tarihi - Ateşten Freud’a (bs. 7). Yapı Kredi Yayınları.
Yazar: Ali Özgül
Ali Özgül Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü lisans öğrencisidir.
İletişim Adresi: ali-ozgul@outlook.com
Yorumlar
Yorum Gönder