Tarihsellik ve Sosyal İnşa - Koray Saatçı

 


Tarihsellik ve Sosyal İnşa - Koray Saatçı


Tarihsellik ile sosyal inşa, kimi yönleriyle karşıt iki kavramdır. Bu iki kavramdan birisinin açımlanması görevini tarihselcilik, diğerini de sosyal inşacılık yapar. Tarihselciliğin kendi içinde Hegelci ve Marksist akımlar gibi maddeci ve idealist bölüngüleri vardır. Sosyal inşacılığın kaynağında da, benim idealizmin en yüksek aşaması olan adlandırdığım postmodern felsefe vardır. Bu nedenle postmodern sosyal inşacılığın karşısına Hegelci anlamda tarihselciliği değil, Marksist tarihselciliği, yani tarihsel materyalizmi çıkaracağım ve bu ele almış olduğum tarihselcilik ile sosyal inşacılığı karşılaştıracağım. Dolayısıyla yoğunlaşmış olduğum tarihselcilik kavramını Marksizm veyahut tarihsel materyalizm olarak da okuyabilirsiniz. Sosyal inşacılığı da postmodern, postyapısalcı vb. olarak her türlü okuyabilirsiniz.

-I-

Tarihselcilik, insan toplumundaki hem altyapı (üretim biçimi, üretim ilişkileri vb.) hem de üstyapı (ideoloji, kültür, siyaset vb.) öğelerinin tarihin belirli bir sürecinde değişim ve dönüşüm geçirdiğini savunur. Tarihselciliğin bu yorumu, toplumun ve toplumsal öğelerin değişmez olmadığını, tarihsel süreç içerisinde değişebileceğini vurgular. Tarihselciliğe göre toplumsal oluşum sürekli bir devinim halindedir ve geçmişten geleceğe doğru içsel ve dışsal etkileşimler sonucu değişim geçirmektedir. Bu nedenle tarihselcilik evrenselliği ve sabitliği sorgular. Sosyal inşacılık ise, toplumdaki bireyler ile grupların etkileşim yoluyla belirli tarihsel kesitlerde toplumsal kurumları inşa ettiklerini, yani kurguladıklarını öne sürer. Sosyal inşacılık dile ve söyleme odaklanır. Bu nedenle sosyal inşacılara göre hem toplumsal kurumlar ve normlar hem de toplumsal gerçeklik bir kurgudur. Sosyal inşacılık evrenselliği ve nesnelliği reddeder.

Tarihselcilik ile sosyal inşacılığın ortak olduğu nokta, her ikisinin de sabit özcülüğü ve evrenselliği reddetmesi ve toplumsal kurumlar ile normların belirli toplumsal koşullarda oluştuğunu savunmasıdır. Bu noktada her ikisi de varlığın sabit bir özü olduğuna yönelik kimi idealist ve metafizik felsefelere karşı çıkar. Ancak yine de aralarında bu iki akımı bir araya getirmeyi zorlaştıran önemli karşıtlıklar vardır. O da, sosyal inşacılığın daha çok söylemlere, dile ve kültüre odaklanması, tarihselciliğin ise toplumun nesnel değişim-dönüşüm yasalarına odaklanmasıdır. Sosyal inşacılık nesnelliği reddettiği için toplumların nesnel yasalar çerçevesinde değiştiğini savunmaz. O daha çok kültürel normlara odaklanır. Tarihselcilik ise, kültürel normların değişiminin temelini maddî yaşamda arar. Tarihselcilik toplumsal değişimi ekonomik altyapıyla açıklar. Yani tarihselciliğe göre toplumun normlarının ve yapılarının belirleyicisi, maddî üretim biçimidir. Marx bununla ilgili olarak şunları söyler:

 ''Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.''[1]

Görüldüğü gibi Marx, maddî koşulları, yani insanın iradesinden ve düşüncesinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği birinci plana koymaktadır. Maddî üretim, düşünsel yaşamı, yani üstyapıyı oluşturur. Sosyal inşacı felsefeler ise buna karşı çıkar. Bir sosyal inşacı akım olan postyapısalcı felsefeye göre maddî altyapı doğal ve nesnel değildir, söylem ve kültür tarafından kurgulanmıştır, yani üstyapının bir yaratımıdır. Bu nedenle postyapısalcılığa göre toplumsal değişim sürecinin temeli maddî üretim değildir. Postyapısalcılığın ve diğer tüm sosyal inşacı/postmodern felsefelerin toplumsal değişim sürecinde önce mevcut söylemler ve normlar sorgulanır, sonra buna karşıt alternatif söylemler ve kimlikler/kültürler ortaya çıkar. Böylelikle yeni inşa süreçleriyle toplumsal yapının ve normların dönüşümü gerçekleşir. Toplumsal değişim, bir söylemin egemenliğini kaybetmesi ve yerine başka bir söylemin geçmesiyle gerçekleşir.

Sosyal inşacılığa göre toplumsal gerçeklikler ile normların inşası iktidar ilişkileri ile iç içedir. Sosyal inşacılık iktidarın tam olarak nasıl bir temelde olduğunu açıklamaz. Sosyal inşacılara göre gerçekliği yaratan iktidar olduğu için bilgi aynı zamanda iktidar demektir ve bilgi, dille üretilir. Dolayısıyla sosyal inşa, iktidar eliyle gerçekleştirilir. Meşhur postyapısalcı kuramcılardan Michel Foucault bilginin iktidar demek olduğunu öne sürer ve iktidar, sadece baskı uygulayan bir güç değildir, gerçekliği ve bilgiyi üreten bir mekanizmadır. Tarihselciliğe göre ise iktidar, ekonomik altyapı ve üretim ilişkileri temelinde yükselir ve iktidara sahip olanlar, mülk sahibi egemen sınıfların üyeleridir. Egemen sınıfların ve onların devletinin temeli, toplumun yaşamı için gerekli olan üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurmalarıyla döşenir. Dolayısıyla sınıflı bir toplumdaki tüm üstyapı öğelerini egemen sınıflar biçimlendirir. Marx ile Engels, bunu en özlü biçimiyle şöyle açıklar:

''Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendi kendilerine zihnen üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir.''[2]

Egemen maddi güç sahibi sınıf, üretim araçlarını (fabrikaları, tarlaları vb.) mülkiyetinde bulunduran sınıftır ve dolaylı olarak da bu sınıf, egemen zihinsel güçtür. Maddî üretim araçlarını elinde bulundurmasıyla zihinsel üretim araçlarını da kendi sınıfsal ihtiyaçlarına göre biçimlendirir. Sosyal inşacıların üzerinde durduğu dil ile söylem, maddî ve zihinsel üretimden ayrı olarak görülemez, dili ve söylemi üreten iktidar da, sınıfsallığından ve sınıfsal amaçlarından soyutlanamaz.

Evrenselliğe maddeci bir tarihselcilik yoluyla değil, postyapısal bir yolla karşı çıkış, kendisini Aydınlanma'nın reddinde bulur. Postmodernizmin bir diğer adı Aydınlanma karşıtlığıdır. Postmodern akımlar Aydınlanma düşüncesinin ''evrensel akıl'' fikrini ve ilerleme düşüncesini reddeder. Postmodern felsefeye göre Aydınlanma, evrensellik adına farklılıkları ve çeşitlilikleri bastırır ve ''ötekileştirir''. Sosyal inşacılığın öğeleri de burada devreye girer. Sosyal inşacılık gerçekliği dilin ve söylemin inşa ettiğini öne sürdüğü için Aydınlanma'nın evrensel gerçeklik düşüncesi sorgulanır ve bunun yerine çoğul ve göreli gerçeklikler savunulur. Sosyal inşacılık postmodernizmin dil/söylem ve gerçeklik eleştirisinden beslenir ve Aydınlanma'nın gerçeklik anlayışına karşı çıkar.

Marksizmin de Aydınlanma'ya yönelik kimi eleştirileri vardır. Marksizm, Aydınlanma'nın burjuvaziye hizmet eden biçimini eleştirir. Aydınlanma'nın birey anlayışının, tarihsel ve sınıfsal bağlamından kopuk olduğunu öne sürer. Marksizme göre Aydınlanma'nın bireyi, burjuva bireydir. Bu burjuva birey, kendisini ''evrensel insan'', kendi düşüncesini de ''evrensel gerçeklik'' olarak sunar. Böylelikle de sömürülen milyonlarca emekçinin gerçekliği görünmezleşir. Ancak Marksizm, postmodernlerin kullanmış olduğu yöntem gibi Aydınlanma düşüncesini bütünüyle yadsımaz. Marksist tarihselcilik, Aydınlanma'nın tarihin belirli bir uğrağında nesnel olarak ilerici rolünü inkâr etmez. Marksizmin tarihselciliğinde bir nesnel ilerleme bir de göreceli olarak gerileme vardır. Yani her bir ilerleme, bir geriliği de taşır. Eskimiş feodal yapıları parçalayan ve yerine ondan ileri bir üretim biçimi olan kapitalist üretimi sağlamlaştıran burjuvazinin Aydınlanma düşüncesi, feodaliteye savaş açtığı sürece nesnel olarak ilericiydi. Ama burjuvazi de neticede bir sömürücü sınıf olduğu için ve kapitalizmden daha ileri bir üretim biçimi olan sosyalizmi kendi sınıfsal çıkarları açısından tehlikeli bulduğu için Aydınlanma düşüncesi, bir yandan da burjuvazinin bu gerici yanı üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Marx, Aydınlanma düşüncesini postmodern felsefecilerin yaptığı gibi dışarıdan değil, içeriden eleştirmiştir. Marksist kültür kuramcısı Terry Eagleton'ın da dediği gibi:

''On sekizinci yüzyıl Avrupa orta sınıfının bağrından çıkan özgürlük, akıl ve ilerleme uğruna o muhteşem mücadele, hem despot yönetimden kurtuluş için büyüleyici bir kampanyaydı, hem de kendisi, güç fark edilen bir despotluk biçimiydi ve her şeyden önce Marx, bu çelişkinin farkına varmamızı sağladı. O, büyük burjuva idealleri özgürlük, akıl ve ilerlemeyi savunurken, bunların uygulanması sırasında neden kendilerine ihanet etme eğiliminde olduklarını sorguladı. Dolayısıyla o, Aydınlanma'nın bir eleştirmeniydi, ama bütün etkili eleştiri biçimlerinde olduğu gibi bu, içeriden bir eleştiriydi. O, Aydınlanma'nın hem sıkı bir savunucusu, hem de ödünsüz bir muhalifiydi.''[3]

-II-

Postmodern felsefenin idealizmin en yüksek aşaması olduğundan bahsetmiştim. Postmodernizm, idealist bir felsefedir ve bu nedenle de idealizm ile sosyal inşa kavramı arasında ince bir çizgi vardır. Çünkü idealist felsefe de sosyal inşacılık da gerçekliği insanın düşüncesiyle ilişkili olarak kavrar. İdealizm, gerçekliği maddenin mi yoksa ideanın mı yarattığı sorusunun cevabını idea,zihin,bilinç vb. olarak verir. Sosyal inşacılık ve diğer tüm postmodern felsefeler ise bu sorunun cevabının dil olduğunu söyler. Oysaki dil de bilincin, zihnin ve düşüncenin kapsamına girer. Dolayısıyla bu iki düşünce maddeci ve nesnel yaklaşımlara karşı durur. Sosyal inşacılığın dile ve söyleme odaklanması, sosyal inşacılığın idealist felsefe ile paralelliğini göstermektedir. Elbette sosyal inşacılığın bazı idealist akımlardan ayrıldığı noktalar vardır. Mesela Platoncu idealizm buna bir örnektir. Platon'un idealizminde idea, değişmeyen ve evrensel bir formdur ve dil ile söylem, ideanın sadece bir temsilidir. Sosyal inşacılık evrenselliği ve özcülüğü reddettiği gibi Platoncu idealizmle bu konuda ters düşmektedir. Ancak tarihselci felsefeden baktığımız zaman karşımıza farklı bir tablo çıkar. Tarihselciliğin görüngesinden dil ve söylem, egemen sınıfın ideolojisini üreten araçlardır. Dolayısıyla düşünceler sistemi anlamında idea ile ilişkilidir ve sosyal inşacılık da toplumu nesnel maddî gerçekliği çerçevesinde ele almadığı için materyalist bir felsefe değil, idealist bir felsefedir.

Gerçeklik, sosyal inşacılığa göre insan ilişkileri içinde dilsellik ve kültürellik temelli bir toplumsallıkla inşa edilir. Sosyal inşacılık gerçekliğin sabit olmadığını savunur, çünkü insanlar arası anlamlar ve kurumlar yoluyla gerçekliğin kurulduğunu öne sürer. Dolayısıyla sosyal inşa ile postmodern görelilik kuramı arasında bir içiçelik vardır. Tarihselcilik ise gerçekliği maddî yaşamda bulur. Tarihselciliğe göre gerçeklik tarihseldir, dolayısıyla da geçicidir. Ancak bu geçicilik, postmodernizmdeki gibi bir sabit olamama durumu değildir. Gerçekliğin değişimi dil ve söylemler yoluyla değil, nesnel bir maddî temel üzerinden ilerler. Dilin de söylemlerin de toplumsal olarak üretildiği doğrudur ancak bunlar, nesnel gerçekliğe, yani maddî dünyaya bağlıdır. Dolayısıyla toplumsal kurumlar ve normlar kurgu değildir, maddî temel tarafından belirlenmiş öğelerdir.

Birkaç kavram ele alalım. Mesela: Ulus, aile, kadın, kültür ve insan doğası. Ve bu kavramları sosyal inşa ve tarihsellik açısından yorumlayalım. Sosyal inşacılara göre ulus, kültürel süreçler içerisinde inşa edilmiş bir yapıdır. Dolayısıyla bir kurgusal cemaattir. Ulus dil, tarih ve kültür gibi ortak paydalar çerçevesinde kurgulanır. Bu paydalar genellikle seçilir ve geçmişten bugüne dilde dolanan bir anlatı olarak taşınır. Ulusun oluşumunda devletin, yani ulus-devletin, önemli bir rolü de vardır. Ulus-devlet ulusal kimliği eğitim, askerlik, nüfus sayımı gibi mekanizmalarla üretir ve yayar. Bu nedenle ulus bir ''biyopolitik yönetim'' biçimidir. Aile, sosyal inşacılara göre biyolojik bir gerçeklikten ziyade kültürel olarak inşa edilmiş bir kurumdur. Sosyal inşacılara göre aile insanların anlamlar yükleyerek ve normlar oluşturarak bir kültürel yapı hâline gelir. Ailedeki kadınlık rolünü ele alacak olursak, sosyal inşacılara göre kadınlık, biyolojik değildir, toplumsal olarak inşa edilmiş bir roldür ve bu rol, aile aracılığıyla biçimlendirilir. Postyapısalcı feministlerden Judith Butler, kadınlık ile erkekliğin biyolojiden değil, performatif olarak tekrar eden toplumsal eylemlerden oluştuğunu iddia eder. Sosyal inşacılığın bu argümanından yola çıkılarak, aslında kadın bedeni ile erkek bedeni diye bir farkın gerçekte olmadığı sonucuna bile varıbilir. Çünkü sosyal inşacılık, toplumsal cinsiyeti merkezine alarak biyolojik cinsiyetin varlığını yadsımaktadır. Sosyal inşacılık, kültür konusunda kültüralist öğelerin bulunduğu bir yoruma sahiptir. Yani sosyal inşacılar kültürü doğa ile birlikte ele almazlar; kültürün doğayı ve ''doğal olanı'' yarattığını öne sürerler. Kültür söylemler, gösterge sistemleri ve günlük pratikler yoluyla inşa edilir. İnsan doğası meselesinde de sosyal inşacılar, insan doğasını doğal bir gerçeklikten çok, insanlar tarafından üretilmiş bir anlamlar bütününe indirger. Sosyal inşacılığa göre insan davranışı, insanın arzuları, ahlaksal ve rasyonel olarak kabul edilen tutumlar dahi kültürel bağlamlarda inşa edilmiş pratiklerdir. Sosyal inşacılar, insanın doğasını sabit özelliklerle tanımlamak yerine, onu anlamlarla ve söylemle inşa edilmiş bir kavram olarak ele alırlar. Bu yaklaşım, sabit bir öz yerine sürekli oluş halindeki bir benlik fikrini savunur. Foucault, insan kavramının bile bir icat olduğunu ve modernitenin bilgi-iktidar ilişkileri içinde bu kavramın biçimlendiğini öne sürer. Yani Foucault'ya göre insan, bir çağın icadıdır, biyolojik bir gerçeklik değil, bilgi rejimlerinin ürettiği bir nesnedir.

Şimdi de bu kavramları Marksizm açısından ele alalım. Marksizme göre ulus, tarihsel bir kavramdır, zaman içerisinde değişmiştir ama bir kurgu değildir. Marksist ulus kuramının öncülerinden Stalin, ulusu şöyle tanımlar:

''Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği, ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.''[4]

Stalin burada, ulusun tarihselliğinden ve dilsel-kültürel öğelerinden bahsetmekle birlikte, ulusun maddî kaynağı olan toprak ve ekonomik yaşantı birliğini de hesaba katmaktadır. Bu ikisi, ulusun temelidir. Eğer ki bu ikisi eksikse, o zaman ulus oluşamaz. Uluslar önce belirli bir toprak parçası içerisinde bir ekonomik yaşantı birliği kurarlar. Burada kendilerine ait bir üretim biçimi ve üretim ilişkileri oluştururlar. Bu süreç, tarihsel bir süreçtir. Üretici güçlerin gelişimiyle uluslaşma hız kazanır ve onun ardından diller gelişimini tamamlar ve buradan da kültürel birlik ortaya çıkar. Devamında da ulusun siyasal örgütlenmesi olarak ulus-devletler kurulur. Burada sosyal inşacıların iddia ettiği gibi dille ve iktidarla başlayan bir süreç yoktur. Ulusun oluşumu, kaynağı maddî temellerde olan nesnel bir tarihsel süreçtir.

Marksist tarihselliğe göre aile, üretim biçimlerinin bir parçasıdır ve dolayısıyla da tarihteki bütün toplumsal üretim biçimleri değişirken, aile de bu değişime uymuştur. Aile, sabit ve değişmez bit yapı değildir, toplumların üretim biçimlerine ve üretim ilişkilerine bağlı olarak tarihsel süreçte biçim değiştiren bir kurumdur. Ailenin değişimine paralel olarak cinsiyet rolleri de değişir. Tarihselciliğin görüngesinden kadınlık tarihsel süreçte toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Marksist tarihselciler, kadının bir biyolojik cinsiyet olduğunu kabul ederken, değişen üretim biçimlerine ve toplumsal örgütlenmelere bağlı olarak kadınlık rollerinin de değiştiğini öne sürmektedir. Kadının konumu, Marksist Anna Kollontay'ın da dediği gibi ''daima, bir ekonomik sistemin belirli bir gelişme aşamasında ona ayrılan çalışma görevlerinin bir sonucudur.''[5] Dolayısıyla kadının toplumdaki hakları da, yine Kollontay'ın deyişiyle ''onun ekonomik sistem içindeki rolü tarafından belirlenir.''[6]

Marksizm kültürün temelini önce doğada, sonra da altyapıda görür. Postyapısalcıların doğayı kültürün bir türevi olarak ele almasına karşı çıkar. Oysaki kültür, Terry Eagleton'ın da dediği gibi ''etimolojik açıdan doğadan türemiş bir kavramdır.''[7] Kültür kelimesi, etimolojik olarak Latince ''colere'' fiilinden türemiştir. Bu fiilin anlamı, yetiştirmek, bakmak, işlemek, ekmek gibi anlamlar taşır. Yani bu kavram, insanın doğa ile yapmış olduğu alışverişi belirtmektedir. Marksizme göre kültür, insanın doğayla etkileşimlerinin düzenli ve sistematik bir hal alması sonucu oluşan bir yaşam biçimi pratiğidir. Eagleton bunu somut olarak şöyle anlatır:

''Doğa her zaman bir anlamda kültürelse, kültürler de kendileriyle doğa arasındaki sürekli alışverişten, yani emek dediğimiz şeyden oluşurlar. Kentler ahşap, kum, demir, taş, su gibi malzemelerden kurulur ve bu nedenle de kır yaşamı ne kadar kültürelse onlar da o kadar doğaldır.''[8]

Dolayısıyla Eagleton şu sonuca varır:

''Ne insanlar çevrelerinin önemsiz bir ürünüdür, ne de çevreleri insanların keyiflerince şekil vereceği yumuşak çamurdur. Kültür doğayı değiştirse de bu, kesin sınırları yine doğa tarafından belirlenen bir tasarıdır.''[9]

Marksizm, insanın emeğiyle kendisini yarattığını öne sürer. İnsan üretici bir varlıktır ve doğayla emek yoluyla ilişki kurar. Bu ilişki, doğayı dönüştürdüğü gibi insanı da dönüştürür. Bu nedenle Engels, insanı yaratan şeyin emek olduğunu ileri sürer. Bu nedenle insan doğası da, üretim biçimlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Tarihsel süreçte üretim biçimlerinin değişimiyle birlikte insan doğası da değişim geçirir. Marksist tarihselcilik, postyapısalcılar gibi insan doğasının gerçekliğini reddetmez. İnsan doğası vardır, sadece liberal ideolojinin öne sürdüğü gibi sabit ve değişmez değildir. Marksist tarihselcilik insan doğası üzerine olan postyapısalcı ve diğer sosyal inşacı görüşlerle bu yoldan ayrılır.

-III-

Sosyal inşacılığa göre insanın arzuları, bireyin iç dünyasından kaynaklanan doğal dürtüler olarak değil, kültürel normlar ve tarihsel olarak değişen söylemler içinde inşa edilir. Bu anlamda arzu, toplumun sunmuş olduğu normatif kategorilerle, rollerle ve anlamlarla oluşmakta ve birey, neyi arzuladığını içinde bulunduğu toplumsal yapının normatif beklentileri yoluyla öğrenmektedir. Sosyal inşacılığa göre arzular, postmodernizmin parçalı, çoğul ve istikrarsız özne anlayışı içinden biçimlenir. Dolayısıyla arzular evrensel doğal ihtiyaçlar değildir. Tarihselciliğe göre, arzunun sadece söylemle açıklanması, arzuya yön veren sınıf, emek, üretim gibi maddî belirleyicileri görünmez kılmaktadır. Tarihselcilikte arzu, toplumsal üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak ele alınır. Arzu, bireyin doğal ihtiyaçları kadar, toplumsal üretim biçimi, ekonomik altyapı, sınıfsal ilişkiler, ideoloji ve meta fetişizmi gibi yapılar içinde biçimlenen bir şeydir. Yani insanın doğal bir parçası olarak arzular, üretim biçimleri ile birlikte gelişir ve renk değiştirir. Mesela, feodalitedeki bir köylünün arzuları ile kapitalist toplumdaki bir işçinin arzuları farklıdır. Bununla birlikte arzu, farklı toplum biçimlerinde farklı olduğu kadar, aynı toplumdaki farklı sınıflarda da farklılık taşır. Kapitalist toplumda bir patron ile bir işçinin ya da bir küçük burjuva esnafın arzuları farklıdır. Çünkü bunların üretim araçlarıyla kurdukları ilişki farklıdır. İşte bu nedenlerden dolayı Marksizm, insanların arzularını reddetmez. Fransız Marksist Henri Lefebvre bunu en basit şöyle derdi:

‘‘Arzuların ‘motivason’larını ve kendisini abartmak, öznelliğe, psikolojizme ve klasik idealizme düşmek olur. Bunları ihmal etmek ise, basitleştirilmiş ve kaba materyalizmle determinizme düşmek, insanın karanlık derinliklerini ve gelişimini unutmaktır.’’[10]

Postyapısalcı felsefenin bir diğer önemli düşünürlerinden Gilles Deleuze'a göre arzu, bir şeyin yokluğunu ifade etmez; tam tersine, arzu bir üretim tarzıdır, bir makine gibi üretim yapar. Deleuze, arzunun sömürgeleştirilmesinden bahseder. Freud'un Oedipus karmaşası, Deleuze'a göre arzunun ailesel, bireysel ve içsel bir çerçeveye hapsedilmesi, arzunun anne-baba-çocuk üçgenine indirgenmesi demektir ve bu, arzunun toplumsal bağlantılarını kesmektedir. Oedipus kompleksi, arzuyu sistemin sınırları içinde normatif bir hale getirmektedir. Deleuze, kapitalizmi arzu akışlarını çözerek sonra onları yeniden kodlayan ve meta ilişkilerine tabi kılan bir sistem olarak görür. Reklamcılık ve tüketimcilik arzunun doğal yönelimlerini pazarlanabilir ve kontrol edilebilir formlara dönüştürür. Deleuze'a göre arzu özünde düzen karşıtıdır ve sistemdışı bağlantılar kurabilme gücüne sahiptir. Bu nedenle Deleuze, arzuyu çok merkezli ve yoğrulmamış olarak biçimlendirmeyi, yani arzuya yeniden özgürlük kazandırmayı savunarak arzuda devrimci bir potansiyel görmektedir.

Marksizmin görüngesinden bakıldığı zaman Deleuze'un arzuya yönelik bu önermelerinin hatalı ve oldukça abartılı olduğu sonucu çıkar. Deleuze, arzuya altyapısal bir işlev yükleyerek sınıf mücadelesinin yerini arzu akışlarının mücadelesine bırakmaktadır. Deleuze'un bu görüşleri, tarihsel süreçlerin nesnel temellerini bulanıklaştırmaktadır. Diğer sosyal inşacı akımlarda olduğu gibi sınıflar arası karşıtlıkların yerini mikro düzeydeki farklılıklar almakta ve bu da kapitalizmin toplumsal çözümlenişinin yerini kültürel ve simgesel çözümlenişlere bırakarak siyasal mücadelenin toplumsal özünü yitirmesine neden olmakta ve mücadeleyi bireysel deneyimlere hapsederek devrimci politikanın kolektif temellerinin aşınımına neden olmaktadır. Tüm bu postmodern felsefelerin alt-kimlikçi, parçalı ve çoğulcu görüşlerinin varacağı sonuç sınıf siyasetinin ölümüdür. Yine Terry Eagleton, bunu en doyurucu olacak şekilde şöyle açıklamaktadır:

''Çoğulculuğu, farklılığı, çeşitliliği ve marjinalliği önemsemek insanlığa birçok değerli kazanım sunmuştur. Ancak diğer yandan ilgiyi bazı daha maddi sorunlardan başka noktalara kaydırmıştır. Hatta bazı çevrelerde kültür, kapitalizmden bahsetmemenin bir yoluna dönüşmüştür. Kapitalist toplum yurttaşlarını alıp kitleler halinde hurdalığa fırlatır ama bu sırada inançlarını rencide etmemek için olağanüstü bir çaba gösterir. Kültürel açıdan hepimizin eşit oranda saygı görmesi gerekir ama ekonomik açıdan bakıldığında aşevlerine gidenlerle ticari banka müşterileri arasındaki uçurumun giderek büyüdüğü görülür. Kapsayıcılık kültü bu maddi farkları gizlemeye yardımcı olur. İnsanın istediği gibi giyinme, tapınma ya da sevişme hakkına saygı duyulurken düzgün bir maaş alma hakkı reddedilmektedir. Kültür hiyerarşiyi reddeder ama eğitim sisteminde hiyerarşiden geçilmez. Yorkshire aksanıyla konuşmak haber sunucusu olmanıza bir engel teşkil etmez ama Troçkist olmak eder. Kamusal alanda etnik azınlıkları aşağılamak bir suçtur ama yoksulları aşağılamak suç değildir. Her yetişkin, kan bağı bulunmayan başka bir yetişkinle yatma özgürlüğüne sahiptir ama devlet erkini sarsma özgürlüğüne sahip değildir. Büyükşehirli liberaller cinselliğe deneysel yaklaşan kişilere müsamaha gösterirken grevcilere şüpheyle yaklaşırlar. Farklılığa kucak açmamız beklenir ama gerçek bir çatışmadan kaçınılır. Kimsenin kimseye ne yapacağını söyleme hakkı yoktur; vergi kaçakçılarının epey işine gelecek bir tavırdır bu.''[11]

Tarihsel materyalizm, devrim fikri üzerine kuruludur. Tarihsel materyalizmde toplumsal devrimler ön plandadır ve toplumsal devrim üzerine yoğunlaşılır. Sosyal inşacılıkta ise, devrim için olumsuz kimi şeyler vardır. Çünkü sosyal inşacılık, dile odaklandığı ve iktidarı dilde aradığı için ekonomik altyapıyı göz ardı eder. Marksizme göre devrim siyasal iktidarın ele geçirilişiyle gerçekleşir ama ekonomik altyapının dönüşümüyle tamanlanır. Altyapı değiştirilmeden, üstyapıdaki değişiklik zaman içerisinde geriye çekilir ve devrim biter. Bu nedenle devrim ekonomik altyapının değişimi ile mümkündür. İktidar dilde değil, fabrikalarda, tarlalarda, mülkiyettedir. Sosyal inşacılığın yaydığı kimlik siyaseti, toplumun devrimci bir yeniden yapılanışı yerine tekil kimliklerin görünürlüklerini öne çıkarır ve mücadeleyi kolektivist bir devrimci mücadeleden kimliklerin görünürlük aktivistliğine yozlaştırır. Böylelikle sınıfsal birlik parçalanır ve sistemsel dönüşüm gerçekleşemez.


***


DİPNOTLAR

[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, 2011, s.39

[2] Karl Marx & Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, s.75

[3] Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çeviren: Oya Köymen, Yordam Kitap, 4. Basım, s.205-204

[4] J. V. Stalin, Eserler Cilt 2, Çeviren: İsmail Yarkın, İnter Yayınları, 1. Basım, s.258

[5] A. Kollontai, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, Çeviren: M. Ali İnci, İnter Yayınları, Birinci Basım, s.13

[6] A.g.e., s.28

[7] Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Çeviren: Özge Çelik, Ayrıntı Yayınları, 4. Basım, s.9

[8] A.g.e., s.12-13

[9] A.g.e., s.14

[10] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Çeviren: Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, 4. Baskı, Kasım 2022, s.15

[11] Terry Eagleton, Kültür, Çeviren: Berrak Göçer, Tellekt, 1. Baskı, 2019, s.39


***


Yazar: Koray Saatçı

Koray Saatçı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümü lisans öğrencisidir. 

İletişim Adresi: koraysaatci1999@gmail.com



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Marksizmin Aporia'sı: "Devlet" - Cengiz Baysoy

Aydınlanma ve Kadın Aklı - Emre Kahvecioğlu

Anlatıya Fırlatılmışlık - Efe Can Akdeniz

Kierkegaard Eserlerinde Varoluş İzleri - Sibel Güneş

Arda Denkel'in Felsefi Vizyonu - Stelios Virvidakis

Mantık Felsefenin Parçası mı, Aracı mı? - Hakan Yücefer

İstisna Hâli ve Marksist Devlet Kuramı - Koray Saatçı

İnsan Haklarının İki Yüzü/Yüzlülüğü: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İnsan Haklarının İhlalini Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Üzerine - M. Yavuz İnan